Başyazı - Somuncu Baba DergisiFor the Muslims, Urfa is the city of Hadrat Ibrahim (pbuh) and...

47

Transcript of Başyazı - Somuncu Baba DergisiFor the Muslims, Urfa is the city of Hadrat Ibrahim (pbuh) and...

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

ŞANLIURFA

Şanlıurfa is one of the exceptional and ancient cities of the Southeast Region. From past to present, it has become the most important place of history, law, religion, culture, art, literature and civilization.

Having had a trace in each period of history and become the source of history, the history,itself, should be searched in Urfa; not Urfa in history.

For the Muslims, Urfa is the city of Hadrat Ibrahim (pbuh) and Eyyûb (pbuh). Urfa, which has raised the religious leaders and attributed maqams to the prophets throughout the history, has been known as the “City of Prophets” or the “Land of Prophets”

If you want to see the melting pot of cultures and civilizations and the capital of tolerance, love, you should absolutely visit this beautiful city.

ŞANLIURFA

Şanlıurfa; Güneydoğu’nun özel ve kadim şehirlerindin biridir. Geçmişten günümüze tarih, bilim,

hukuk, inanç, kültür, sanat, edebiyat ve medeniyetin en önemli yeridir.

Urfa, taşıyla toprağıyla tarihin her döneminde mutlaka izleri bulunan; tarihe kaynaklık eden

özelliğinden dolayı, Urfa’yı tarihte değil, tarihi Urfa’da aramak gerekir. İl Kültür ve Turizm Müdürü

Selami Yıldız şehrin kültürünü şöyle vasfediyor:

“ Tespit edilen taşınmaz kültür varlıkları kapsamındaki eser sayısı ile Türkiye’nin ilk üç-dört şehri

arasında gösterilen Urfa, “dünyada en çok arkeolojik kazı yapılması gereken yer” niteliğini hala

korumaktadır. Bu bağlamda dört ilçe merkezi kentsel sit alanı; Eyyubnebi Beldesi, turizm gelişim

merkezi olarak ilan edilmiş, ayrıca şehir merkezi ve tarihî Harran ilçesi, dünya kültür mirası aday liste-

sine alınmıştır. Urfa taşı ile yapılmış han, hamam, çeşme, cami, minare, kilise, manastır, konak ev, so-

kak, kabaltılarda özgün geleneksel mimaride, taş süsleme sanatının en güzel örneklerinin uygulandığı

Urfa, adeta açık hava müzesidir. Bu özelliğinden dolayıdır ki “Müze Şehir Urfa” olarak da anılır.

Tarihî araştırmalara göre insanlık tarihi ilk olarak bu bölgede yerleşmiş ve ilk buğdayı Harran

ovasında ekerek çiftçilik tarihini buradan başlatmıştır. Hazreti İbrahim Urfa’da doğmuş, Nemrut’la ef-

sanevi bir şekilde mücadeleye girmiş, Mucize-i İbrahim ile ateş, Urfa’da gülistana dönüşmüş “serin ve

selamet” olmuştur.

Müslümanlar açısından Urfa, İbrahimî ve Eyyûbî bir şehirdir. İnanç önderlerini bağrından çıkaran

Urfa, peygamberlere izafe edilen makamları ile tarih boyunca “Peygamberler Şehri” veya “Peygamber-

ler Diyarı” adıyla da anılmıştır.”

Hz. Eyyûb Peygamberi, eşi Hz. Rahme’yi ve Hz. Elyesa Peygamberi bağrında saklayan Eyyubne-

bi Beldesi, Harran Havzasının en önemli turistik yerlerdir. Tarihte üstlendiği misyonu ile din, kültür,

sanat, edebiyat, felsefe, astroloji gibi alanlarda önemli bir merkez olan Urfa âlimi, din adamı, filozofu,

düşünürü, yazarı, şairi, seyyahı, sanatçısıyla ünlü olan; üzerine birçok şiir, destan ve ağıt yazılan Urfa,

sahip olduğu özgün mirası ile hâlâ ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.

Medeniyetlerin ve uygarlıkların buluştuğu, kaynaştığı, hoşgörünün muhabbettin başkentini görmek

istiyorsanız, yolunuz mutlaka bu şehre düşmeli…

Hz. İbrahim (a.s)’in oğlu Hz. İsmail (a.s)’i feda etmesinin sembolü olan kurban ibadetinizin yüce

Allah (c.c) tarafından mukbuliyetini niyaz ederim.

46

52 60 80

BAYRAK - Fazıl Ahmet BAHADIR (09)

İYİ BİR ÖRNEK - Mehmet AKKUŞ (10)

DİNDEN ETMEK DEĞİL DİNE KAZANDIRMAK - Ali AKPINAR (12)

EL-HABÎR - Ramazan ALTINTAŞ (16)

AMRE BİNT MES’ÛD(r.a.) - Bünyamin ERUL (26)

KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (27)

HİCÂZ NOTLARI VIII: KÂBE - Fatih ERKOÇOĞLU (28)

İLİM HAZİNELERİ - Musa TEKTAŞ (34)

O’NUN YOLUNDA - Mehmet SERTPOLAT (38)

DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE HZ.EYYÛB(a.s.) - Resul KESENCELİ (42)

‘GÜL’ OLSUN - Servet YÜKSEL (51)

KANUNÎ’NİN MUHTEŞEM PORTRESİ - İsmail ÇOLAK (56)

NÛRA KOŞANLAR - Bekir OĞUZBAŞARAN (64)

ATTAR’A GÖRE MUTLULUK REÇETESİ - M. Doğan KARACOŞKUN (66)

GÜZELLİKLERİ GÖREBİLMEK - M. Emin KARABACAK (70)

ÂH AKŞAMLAR - Bestami YAZGAN (73)

İNCİ MERCÂN - Vedat Ali TOK (74)

URFA VELİLERİ - Yusuf HALICI (76)

URFA ŞEHRENGİZİ - M. Nihat MALKOÇ (79)

SONBAHAR DEPRESYONUNA DİKKAT - Akın DİNDAR (84)

PAZI - Şifalı Bitkiler (86)

TORBADA TAVUK DOLDURMASI - Mesude SARI (87)

URFALIYIZ EZELDEN

KAPANMAYAN AMEL DEFTERİ

YEMİN VE KEFARET

HEDİYE

HAK NAZARI İLE BAKMAK

HASET EDEREK YAŞAMAK?

06Peygamberler şehrinin bütün vakarı ve ihtişamıyla söylüyor ezgilerini. Harran ovasına gönülden geçeni ekiyor, Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor. Urfa’nın etrafı dumanlı değildir artık, bağdır bostandır, güldür, gülistandır.

Sahip olduğumuz servetle Allah rızâsı için bütün insanların faydalanacağı hayır müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz öldükten sonra da kapanmasın.

İslâm kendinden önceki tüm kötü adetleri yıkıp onların yerine İlahî iradeye uygun olan yeni hükümler getirmiştir.

Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan sonra, baş başa kaldıklarında Baki gelecekle ilgili yapmak istediklerini anlatırdı.

Peygamberimiz gündelik yaşayışı, yemesi, içmesi, kullandığı eşyalar itibariyle oldukça sade bir görünüme sahiptir.

Bu insanların nazarlarından korunmak için görüşmeyi olabildiğince azaltmak ve onunla konuşurken mevzuyu sizin üzerinizden başka alanlara çekmek son derece yararlı olacaktır.

20Meryem Aybike SİNAN

Mehmet SOYSALDI Abdullah KAHRAMAN Raziye SAĞLAM

Kadir ÖZKÖSE Enbiya YILDIRIM

SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

YIL: 17 SAYI: 133 Kasım 2011 Basım Tarihi: 01 Kasım 2011

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Yapım ARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA

Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

Arşiv Muharrem AKIN

Abone Bekir CANPOLAT

Reklam Ziya TOKSÖZLÜ

Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.

Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20

Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

7Kasım 20116

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Otuzuncu Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Muhterem Cemâat-ı Müslimîn !

Bugün azîz vatanımızda sağlık, selâmet ve huzur içinde dinî bayramlarımızdan biri olan

Kurban Bayramı’nı idrâk etmiş bulunuyoruz. Yalnız bizler değil, bütün İslâm âlemindeki

altı yüz milyon Müslüman, ırk, dil, renk farkı gözetmeden, bir tek Allah (c.c)’a inanma-

nın, sevgili Peygamberimiz (s.a.v)’in hidâyet yolunda bulunmanın sevinci içinde, bu büyük

günü kutluyorlar. Şu anda bütün İslâm ülkelerinden gelen yüzbinlerce Müslüman, ilâhî

vecd ve ihlâsıyla kıblegâhımız Ka’be-i Muazzama etrafında tavaf etmekte, Cenâb-ı Hakk’a

hamd u senalarla hac farizasını yerine getirmektedirler. İslâm’ın beş rüknünden birini ye-

rine getirdikten, bu büyük şerefe erdikten sonra kurban keserek bayram yapan oradaki

kardeşlerimize, bizler de keseceğimiz kurbanlarla iştirak ediyor ve bayram yapıyoruz. Bay-

ram sevinç ve neşe günü demektir. Öteden beri her milletin birtakım millî günleri, târihî

hâtıralarını canlandıran bayramları, bulunmaktadır. Aynı şekilde, bir dine bağlı kimsele-

rin de dinî günleri, bayramları vardır. Bayramlar, inananlar üzerinde çok müsbet te’sîrler

yapar, dinî şuur ve duygularını kuvvetlendirir. Yeni bir heyecan ve kuvvet şevki kazandırır.

Peygamberimiz Efendimiz Medîne’ye şeref verdikleri zaman, Medîne halkının da bay-

ramları vardı. Câhiliyye devrinin bütün fena âdetleri ile birlikte, Peygamberimiz bu bay-

ramları da kaldırmış, buna mukabil Müslümanların iki dinî bayramları olduğunu bildir-

miştir.

Bayramların bizlere yeni bir gayret, dinî ve dünyevî çalışmalarımıza yeni hız, inançları-

mıza ve îmân nurumuza yeni bir parlaklık kazandırması bakımından önemi büyüktür. Şu

muhteşem manzaraya bakınız: Allah (c.c)’a inanan, aynı gayeye yönelen mü’minlerin bir

anda aynı yerde toplanmalarının ma’nâsı ne kadar büyüktür...

Muhterem Kardeşlerim!

Hak Teâlâ; “İyilikle takvada yardımlaşınız, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayı-

nız.” (5/Mâide, 2.) buyuruyor.

Bu yardımlaşmalar neticesinde fakîr, zengin bütün Müslümanların dinî bağları kuvvet

bulur. Fakîr ile zengini bir birine düşman etmek suretiyle vatanımızı anarşiye götürmek is-

teyen şer kuvvetli kötü niyetli kimseler, emellerinde muvaffak olamazlar.

Hulâsa: Bayram günlerinde kin ve intikam hislerini bırakarak, birbirlerimizle kaynaş-

mak, yardımlaşıp dayanışmalı, hâli vakti yerinde olan zenginler fakîr ve muhtaçlara her

zamandan daha fazla yardım etmeli, yekdiğerine karşı samîmî hislerle mütehassis olarak

tesânüd-i İslâmiyyeyi takviyeye çalışmalıdır.

9Kasım 20118

Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN Sıcak topraklara bağdaş kurup oturduğun

binlerce yıldan beri Halil İbrahim bere-

ketiyle gülümsüyorsun güvercin yürek-

lerin aynasına. Urfa tarihin diliyle konuşur, Urfa

bir yürek aydınlığıdır bütün karanlıklara inat.

Sıcak toprakların sarışın düzlüklerine vefa-

yı eken, peygamber dilinin lehçeleriyle konuşan

ve yüreklerin akça ve pakça sesini dillendiren bir

soluk gibi yükseliyorsun gönüllerin taraçalarına.

Urfa Yanılmaz, Urfa Bilenmez, Urfa Yorulmaz

Peygamberler şehri bütün vakarı ve ihti-

şamıyla söylüyor ezgilerini.

Harran ovası-

na gönülden geçeni ekiyor,

Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor.

Urfa’nın etrafı dumanlı değildir artık, bağdır

bostandır, güldür, gülistandır.

Urfa İbrahim Peygamberin diyarı, bereketini

İbrahim bereketinden devşiriyor. Sabrını Eyyûb

sabrından, bağlılığını İsmail vefasından alıyor

Urfa. Nice gönül sultanları gelip geçiyor ansızın

Urfa semalarından. Onlar gitmemiş, onlar her

dem şehrin ruhuna bir serinlik, bir ulviyet, bir

güzellik hohluyorlar. Urfa tarihi şehirlerin yürek

sultanı edasıyla buğulu bakışlarıyla geçmişin tü-

lümsü hatıralarını bir bir saklıyor göğsünde, uyu-

tuyor.

Urfa sokaklarında yürürken birden bir yanık

ses, Kazancı Bedihi geliyor ruhunuzun burcuna.

Bir ağır divan, bir hüzünlü ağıt gelip ruhunuzun

en nazenin teline basıyor, uyandırıyor yüreğini-

zin ritmini. Kazancı Bedihi de gitmiş, türküler

öksüz ve kimsesiz kalmış.

Urfa türküleri ayağa kalkmış hep birlik-

te hasretin, özlemin, aşkın, ayrılığın, ölümün,

sevginin, vefanın sesini haykırıyor. Urfa do-

ğuştan marka şehir, Urfa şanlı şehir, Urfa

türkülü şehir ve Urfa yiğit şehir güney illeri-

nin yıldızıdır Urfa.

Fırat Urfa’da Başka Mavidir

Bütün güzelliğini, bütün haşmetini ve bütün

bereketini sunmuştur sanki bu Peygamberler

şehrine. Bir büyülü el değmiştir Urfa ovalarına.

Sarışın düzlükler yeşile boyanmış, bahçeler mey-

velere doymuş, ambarlara tahıllar doluşmuştur…

Urfa’da hayat sıcaktır.Urfa telaşsızdır, kavga-

sızdır ve yalnızdır. Kendini işine ve aşına vermiş

gibidir. Balıklı Göl gibi huzurlu, sakin ve anlayış-

lıdır gelip geçene.

“Peygamberler şehrinin bütün vakarı ve ihtişamıyla söylüyor ezgilerini. Harran

ovasına gönülden geçeni ekiyor, Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor. Urfa’nın etrafı

dumanlı değildir artık, bağdır bostandır, güldür, gülistandır. “

Ezelden!URFALIYIZ

Bekir SARI

11Kasım 201110

BAYRAK

Salınırken görünceTürk mavisi göklerde,Şehitlerin al kanıFışkırıp da topraktan,Arşa değmiş sanırım.Lacivert akşamların Yeni doğmuş ayınaYıldız olur yüreğim.Milyonlarca yıldızdanHilâli kıskanırım. Aldığım her nefeste,Hürriyetin kokusuOkşarken gururumu,Bir yerinde gönlümünBir garip burukluk var.Bilirim, Bir yerlerdeSana hasret topraklar,Hayalinle avunup,Yolunu gözleyen var.

Yokluğunu düşünmek,Cehennem azabıdır.Yer yüzünde cennettirGölgenin düştüğü yer. Şereftir,şandır elbet,Uğrunda candan geçmek.En makbul ibadettir,Ölmekten zor ve güzel.Seni yüceltmek için,Yaşamak, çile çekmek. Başımız dik,Nice yıldır gölgende.Genç umutlu,Yaşlı, mutlu sayende.Süstür ayın yıldızınGeçmişten geleceğe.Bahtiyardır cihanda,İki cihanda aziz.Senin için yaşayan daUğruna can veren de.

Fazıl Ahmet BAHADIR

Bir serinliktir Balıklıgöl! Bütün balıklar zikir

halinde huşuyla kendinden geçmiştir ve sular ür-

permektedir. Nemrut ateşini söndüren sular, bu-

rada üşümektedir!

Bir derin kültür, bir eski gelenek her dem söy-

lenen bir türkü gibidir Urfalının ağzında.

Urfa Mutfağı, gelene geçene buyur derken le-

ğen leğen; bir içtenlik, bir samimiyettir bilene.

Çiğ köfte, Aya Köftesi, Ciğer Köftesi, Urfa Ke-

babı, Arpa Lebenisi, Ağzı Yumuk, Çömlek, Du-

vaklı Pilav mutfakta gelinlik kız gibi görücüsünü

beklemektedir adeta. Urfa doğuştan marka şehir,

diyor Urfalı.

Türküsüyle Tek Başına Varım Der Urfa…

Tarihi mekânlarıyla, binlerce yıllık geçmişiyle

buradayım der.

Urfa bir türküler geçidi, Urfa bir bağlamanın

teli gibi uyumlu her bir yanıyla. Urfa göçebe bir

şehir değil, Urfa ta ezelden medeniyetler beşiği.

Bir “Sahaniye” toplantısında Urfa kendini söy-

lemektedir. Bir kardeşlik, bir yakınlık, bir bağlı-

lık buluşmasıdır Sahaniye. Urfa Sahaniye’de daha

bir Urfa’dır.

Oda geleneğinde mırra’nın, kahvenin yana

yana demlendiği ve Urfa’lının sohbetine tat kattı-

ğı bir eski gelenektir unutulmayası.

Urfa bir ermişler, şairler ve ozanlar yurdudur.

Urfalı Nabi, aradan yüzyıllar geçse de Urfalıca

söyler gibidir divanında:

Sakın terki- edepten kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu

Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bû

Felekte mâh-ı nev Bâbu’s-selâm’ın sîne-çâkidir

Bunun kandîli cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bû

Terk-i edebi terk etmeyen ahalisiyle Urfa bil-

dik Urfa’dır aslında. Urfa geçmişin ayak izlerini

takip etmektedir hala, geçmiş Urfa’da bir tatlı ne-

sim gibidir huzur veren, aydınlatan ve bir güver-

cin güzelliğiyle ruhları yükselten.

Urfa’nın Gazelhanları

Urfa’nın gazelhanları şehrin bütün tarihi do-

kusunu avaz avaz duyurmaktadır bütün dünyaya.

Bir gönül seferberliğidir Urfa türküleri. Urfa sıra

gecelerinin tadı bereketi olan bu gazelhanlar asır-

lardır Urfa semalarının avazı olmuş, Urfa’yı söy-

lemektedir.

Bütün bilindik duyguların harman olduğu yer-

dir Urfa. Kâh Harran’dır, kâh Suruç’tur, kâh cey-

lanların pınarıdır Urfa. Söz biter Urfa bitmez, yol

biter Urfa’ya gitmeler bitmez, zaman Urfa’da eski-

dir, başkadır, tükenmezdir.

Yolunuz Urfa’ya düşürse bütün eskiye dair,

geçmişe dair, medeniyete dair daha neler bulacak-

sınız, neler göreceksiniz. Urfa türkünüz, İbrahimî

teslimiyet ülkünüz olsun.

Hul

ûsi G

ÜLS

EREN

13Kasım 201112

Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ* İnsan, kendisine kimi örnek alır; ailesine,

çocuklarına, komşularına v.s. kimi örnek

gösterir? Kime gıpta eder? Her ferdin ha-

yatının çeşitli dönemlerinde kendisini örnek al-

dığı kişiler mutlaka vardır. Bu kişiler, bir takım

meslek erbabı, sanatçı, öğretmen olabilir. Bir ço-

cuk önce anne ve babasını örnek aldığı gibi daha

sonraları öğretmenlerini, beğendiği başka kişileri

takdir eder ve onlar gibi olmaya çalışır.

Ancak hangi sahada olursa olsun, hangi yaş-

ta bulunursa bulunsun herkes tarafından paylaşı-

lan bazı ortak değerler vardır ki bunlar hayat bo-

yunca genel kabul görürler. Biz her zaman diğer

insanlardan böyle davranışlar içerisinde olmala-

rını bekleriz. Oysa görmek istediğimiz iyi davra-

nışları önce kendimiz yapmalıyız. Hz. Peygamber

(s.a.v) Efendimizin buyruğu hepimiz için ne ka-

dar da hayatidir. “Bir kimse, kendisine yapılma-

sını istediği davranışı Müslüman kardeşleri için

de yapmadıkça hakiki Müslüman olmaz.”

Toplumda her bakımdan örnek insan istiyor-

sak, önce kendimiz örnek davranışlar sergileye-

ceğiz. Güzel davranışları hem tavsiye edeceğiz,

hem de kendimiz uygulayacağız. Herkesin ortak

paydası haline gelen güzel davranışlar nelerdir?

Hulûsî Efendi aşağıdaki gazelinde bunlardan

bazılarını gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir.

Şiirin konusu olan çalışmak, fazilet sahibi olmak,

doğruluk, vefâ, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in

yolu, Allah’ı hamd ü senâ, ihlâs, kerem ve atâ,

itaat ve tâat, tevekkül ve rızâ gibi güzel hasletle-

ri kim istemez.

Gazelin Metni

1. Çalış tefeyyüz eyle yücel temeyyüz eyle

Fazilette sehâda örnek insan ol örnek

2. Doğruluk kârın olsun vefâ şiârın olsun

Sadâkatta vefâda örnek insan ol örnek

3. Şol müselsel turrene bendeylemiş tâ ezel

Tarîk-i Mustafâ’da örnek insan ol örnek

4. Neylesün yok kurtuluş gönlüm dîvâne olmuş

Hakk’a hamd ü senâda örnek insan ol örnek

5. İhlâs ile amel kıl hâlini mükemmel kıl

Keremde ve atâda örnek insan ol örnek

6. Allah’a itaat kıl her veçhile tâat kıl

Tevekkülde rızada örnek insan ol örnek

Gazelin Açıklaması

1. Çalışarak, gayret sarf ederek işlerinde iler-

le, kendi akranların arasında sivril, yüksel diğer

insanlardan farklı ol. Sadece maddî sahada değil

aynı zamanda fazilet bakımından, cömertlik açı-

sından da örnek insan ol.

2. İnsanlarla ilişkilerinde, ticâretinde, alış-ve-

rişlerinde senin en karlı işin doğruluk olsun. Di-

ğer taraftan dostlarına, verdiğin sözlere sâdık kal-

mak ise senin için en belirleyici özelliğin olsun.

3. Tâ ezelden beri yegâne örnek olan Hz. Mu-

hammed (s.a.v)’ın sünnetine tâbi ol. Onun yolun-

dan gidenler arasında parmakla gösterilenlerden

ol.

4. Benim gönlüm o Rasûlün aşkından deli di-

vane olmuş, bundan kurtuluş yok. Bunun için

Allah’a şükr eyle, O’na hamd etmede verdiği ni-

metlere karşı O’nu övmede, O’na şükr etmede

herkese örnek ol.

5. Yaptığın her işi, ihlâsla samimiyetle yapar-

san, hayatın muntazam, işlerin mükemmel olur.

Bunun yanında insanlara karşı cömert davrana-

rak, elinde bulunan imkânlardan vererek hayırda

onlara yol gösterici ol.

6. Sadece Allah’a boyun ey, O’nun emirlerine

tâbi ol. Sadece iman etmekle kalma, O’nun emir-

lerini gereği gibi yerine getir. Sonra da sadece

O’ndan iste, O’na dayan.

O’nun rızâsını gözeterek amel eden bir kul ola-

rak herkese örnek insan ol. *Prof. Dr.

İYİ BİR

ÖRNEK

15Kasım 201114

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

Büyük günahlardan biri de tekfîr

hastalığıdır. Tekfîr, Müslüman

olduğunu söyleyen bir kimse-

yi Müslüman kabul etmemek, ona kâfir olduğu-

nu söylemek ve/veya kâfir muamelesi yapmak-

tır. Geçmişte olduğu gibi bugün de bu hastalık

bir hayli yaygındır. Müslüman olduğunu söyle-

yen insanlar, yine Müslümanlar tarafından din

dışına itilmekte ve hatta acımasızca öldürülebil-

mektedir.

İman, asıl olarak kalp ile tasdîk ve dil ile ik-

rardır. Bazı ilim adamlarımız, imanın üçüncü

bir olmazsa olmazı olarak gereği ile amel etme-

yi de saymışlardır. Ancak imanın doğrultusunda

amel etmenin üst sınırı yoktur. Zira beşer olması

hasebiyle insan, zaman zaman günah işleyebili-

yor, mü’min olarak yapması gereken şeyleri terk

edebiliyor, yapmaması gereken şeyleri işleyebili-

yor. Bundan dolayı amel imandan bir cüz sayıl-

mamıştır. Yani kalben tasdik edip dilleriyle Müs-

lüman olduklarını söyledikleri halde, İslam’ın

hükümlerini terk edip o hükümlere aykırı dav-

randıkları zaman da günahkâ olurlar ama Müs-

lümanlıktan çıkmış sayılmazlar.

Her İnsanın Az veya Çok Günahı Olabilir

Hz. Mevlâna, “Her günah içki gibi sarhoş et-

seydi ayık gezen hiç kimse kalmazdı.” der. Ger-

çekten de öyledir. Allah’ın koruması altında olan

peygamberlerin dışında her insan günah işleye-

bilir. İşlediği günah sebebiyle insanları kâfir ola-

rak görme ise, neredeyse dünyada hiç Müslüman

bırakmaz. Zira her insanın az veya çok günahı

olabilir.

İnsan, kalbi ile inanıp diliyle Müslüman ol-

duğunu söylediği anda İslam dairesinin içerisi-

ne girer. Küfre döndüğünü söylemedikçe de o

dairenin içerisinde kalır. İman ettiği halde, küf-

re düşüren bir şeyi söyleyen yahut işleyen kimse

ise, tekrar diliyle tevbe edip İslam’a döndüğünü

söylediği an yine Müslüman sayılır. Bugün bazı

Müslümanlar, Müslüman olduğunu söyledikleri

halde bazı insanları, kolayca din dışı sayıp tekfîr

edebilmektedir. Böylelerine göre dinden çıkmak

yahut çıkarmak çok kolay, dine girmek ise çok

zordur ki bu yaklaşım isabetli değildir. İnsanlar

tevhid sözünü inanarak söyledikleri an dine gir-

miş olurlar.

Elbette bu söylediklerimizden imanın doğ-

rultusunda amel etmenin gereksiz olduğu veya

yapılmasa da olur sonucu çıkmamalıdır. Elbet-

te salih amel, iman ağacının varlığını gösteren,

o ağacın canlı kalmasını sağlayan, o ağacın mey-

vesidir.

“Allah Kalplerde Olanı Bilir”

Bir kişinin gerçek mü’min olduğu kalbindeki

inancıyla oluşur. İnsanların kalplerini, niyetleri-

ni ise bizler bilemeyiz. Biz, ancak insanların söz-

lerine ve dış görünüşlerine bakarak karar veririz.

Diliyle Müslüman olduğunu söylediği halde,

kendisini küfre düşürecek açık bir inkâr içeri-

sinde olmadığı halde bir kimseyi Müslüman say-

“Geçmişte olduğu gibi bugün de bu hastalık bir hayli yaygındır.

Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, yine Müslümanlar

tarafından din dışına itilmekte ve hatta acımasızca

öldürülebilmektedir.”

DİNDEN ETMEK DEĞİL

DİNE KAZANDIRMAK

DİNDEN ETMEK DEĞİL

DİNE KAZANDIRMAK

17Kasım 201116

mamak, onun kalbini okuma iddiasıdır. Bu ise

Yüce Allah’ın yetkilerine tecavüz etmektir. Çünkü

kalpleri en iyi bilen O’dur. Bu konuda Kur’ân’da

şöyle buyrulur:

“Allah kalplerde olanı bilir.”1

“Şüphesiz Rabbin onların gönüllerinin gizle-

diklerini de, açığa vurduklarını da bilir.”2

“Allah gözlerin hainliğini ve gönüllerin gizle-

diğini bilir.”3

“Allah, herkesin

kalbinde olanları en

iyi bilen değil midir?”4

“Doğrusu Allah aşı-

rı gidenleri sevmez.”5

“Allah’a ve

Peygamber’e baş kal-

dıran şüphesiz apa-

çık bir şekilde sapmış

olur.”6

Müslüman karde-

şini küfürle itham et-

mek ona eziyet etmek-

tir. Oysa Rabbimiz,

mü’minlere her türlü

eziyeti yasaklamıştır:

“İnanan erkek ve

kadınları, yapmadık-

ları bir şeyden ötürü

incitenler, şüphesiz ifti-

ra etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar.”7

“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira

zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu

araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; han-

gi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?

Ondan tiksinirsiniz; Allah’tan sakının, şüphesiz

Allah tevbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”8

Müslümanım diyenleri tekfîr etme, Peygamberi-

miz zamanında da yaşanmış ve duruma peygam-

berimiz şiddetle karşı çıkmış, onun üzerine bu ko-

nuda Müslümanları uyaran âyet inmiştir:

“Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz

vakit, her şeyi iyice anlayın. Size, Müslüman ol-

duğunu bildirene, dünya hayatının geçici men-

faatine göz dikerek: ’Sen mü’min değilsin.’ de-

meyin. Allah katında birçok ganimetler vardır.

Evvelce siz de öyleydiniz. Allah size iyilikte bu-

lundu, iyice araştırıp anlayın, Allah işledikleri-

nizden şüphesiz haberdârdır.”9

“Mala Göz Diktiğiniz İçin

mi?”

K a y n a k l a r ı m ı z d a

âyetin inişi ile ilgili olarak

şu olaylar yer almıştır:

Mirdâs, Müslüman ol-

muş tek Fedekli idi. Kav-

minden, ondan başka

kimse Müslüman olma-

mıştı. Hz. Peygamberin

gönderdiği bir seriyye,

Mirdâs’ın kavmine git-

mişti. Bütün kavim kaç-

mış, ama Mirdâs, Müslü-

man oluşuna güvenerek

yerinde kalmıştı. Atlıla-

rı görünce, koyunlarını

dağın bir oyuğuna çek-

ti. Müslüman atlılar ora-

ya ulaşıp tekbir getirin-

ce, o da tekbir alıp onların

yanına indi ve “Lâilâhe

illallâh Muhammedur-rasûlullâh. es-Selâmu

aleykum” dedi. Fakat Üsâme b. Zeyd, onun Müs-

lüman olmadığını ve korkudan böyle söylediği-

ni düşünereek onu öldürdü ve koyunlarını sürüp

götürdü.

Olayı Hz. Peygamber (s.a.v)’e haber verdikleri

zaman o, çok kızdı ve “Siz onu, yanındaki mala

göz diktiğiniz için öldürdünüz.” dedi. Sonra bu

âyeti Üsâme’ye okudu. Üsâme de, “Ya Rasulellah

benim için Allah’a istiğfar et.” dedi. Bunun üze-

rine Hz. Peygamber (s.a.v), O, “lâilâhe illallâh

demişken, bu nasıl olur?” dedi.

Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözü birkaç sefer tek-

rar etti. Hz. Üsâme, “Keşke, daha önce Müslü-

man olmamış olsaydım da o gün Müslüman ol-

muş olsaydım ve bu azarı işitmeseydim.” diyerek

pişmanlığını dile getirmiştir. Daha sonra Hz. Pey-

gamber (s.a.v) onun için istiğfar etmiş ve “Bir köle

azâd et.” buyurmuştur.

Toprak Onu Üç Kere Dışarı Attı

Bir başka olay da

şöyledir:

Bir savaş sırasında

Muhallem b. Cüsâme,

Âmir’e rastladı. Âmir

onu, İslâm selamı ile se-

lamladı. Muhallem ile

Âmir arasında, Cahi-

liyye Dönemi’nden kal-

ma bir düşmanlık var-

dı. Muhallem bir ok atıp

onu öldürdü.

Durumu öğrenen Hz.

Peygamber (s.a.v) bu

olaya çok kızdı ve “Allah

sana mağfiret etmesin.”

dedi. Bunun üzerin-

den yedi gün geçmeden

Muhallem öldü. Müslü-

manlar onu gömdüler,

fakat toprak onu üç kere dışarı attı. Bunun üze-

rine Hz. Peygamber (s.a.v): “Hiç şüphesiz toprak,

ondan daha şerlileri kabul eder. Fakat Cenâb-ı

Hak böyle yaparak size, bu günahın kendi katın-

da ne kadar büyük olduğunu göstermek istedi.”

buyurup onun üzerine taş konulmasını emretti.

Evet, bu olaylar Peygamberimiz döneminde

yaşandı ve bu sert uyarılar geldi. Ancak tarih bo-

yunca Müslümanlar bu sert uyarılara rağmen bir-

birlerini tekfîr etmekten ve öldürmekten çekin-

mediler. Bugün de öyle. Dünyalık için, dünyanın

geçici makam ve mevkileri için Müslümanlar bir-

birlerini öldürmeye devam etmektedirler.

O halde, Müslüman kardeşlerimiz bizden kar-

deşlik beklemektedirler. Kardeşlik, dini yaşama-

da birbirine yardımcı olmayı gerektirir. Kardeş-

lerimizin yanlışlarını düzeltmek, eksikliklerini

tamamlamak bizim kardeşlik borcumuzdur. Biz

hiç kimsenin kalbini yarıp bakma imkânına sa-

hip değiliz, kalplere baka-

cak olan Allah’tır. Biz ise

zahire göre hüküm ve-

ririz. Bu din Allah’ın di-

nidir, o hiç kimsenin te-

kelinde değildir. Dinin

kapısı insan olan herke-

se açıktır ve ona girenle-

ri kabul edecek olan da

reddedecek olan da Yüce

Allah’tır.

Bu konuda Peygam-

berimizin uyarılarından

bir kaçı şöyledir:

“Müslüman, kardeşi-

ne kâfir derse, küfür iki-

sinden birine döner.”10

“Müslümana sövmek

fâsıklık, onu öldürmek

ise küfürdür.”11

“Bir kimse, birini öyle

olmadığı halde küfürle

çağırır yahut ona Allah düşmanı derse, söyledik-

leri kendisine döner.”12

1 3/Âlu Imrân, 119, 154; 4/Nisâ, 63; 8/Enfâl, 43; 11/Hûd, 6; 33/Ahzâb, 51...

2 27/Neml, 74; 28/Kasas, 69.3 40/Ğâfir, 19.4 29/Ankebût, 10.5 2/Bakara, 190.

6 33/Ahzâb, 36.7 33/Ahzâb, 58.8 49/Hucurât 12.9 4/Nisâ, 94.10 Buhârî.11 Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî.12 Buhârî. Müslim.

Dipnot *Prof. Dr.

19Kasım 201118

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

El-Habîr, ilim ve haberle ilişkili... Arap-

çada el-Habîr, mübalağa kalıplarından

“faîl” vezninde binâ edilmiş olup, “her

şeyi en iyi bilen” mânâsınadır. Bu bağlamda el-

Habîr, Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden sade-

ce birisidir.

El-Habîr, hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde

bilen…

El-Habîr, gerek cismanî ve gerekse ruhanî

âlemde meydana gelen her bir olaydan, hareket

eden her bir zerreden, alınan ve verilen her bir

nefesten haberdar olan…

El-Habîr, Derinlemesine Bilen

İlim batinî ve gizli şeylere izafe edildiği za-

man “hıbre” diye isimlendirilir. Bu haberi alana

da “Habîr denilir.1 Gerçek anlamda el-Habîr olan

Yüce Allah’tır. Mülkünde her şeyin özüne ve içe-

riğine varıncaya kadar bilen, yegâne varlık O’dur.

Kur’an’da şöyle buyrulur: “O, en gizli şeyleri bi-

lendir (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”2

El-Habîr ve el-Alîm, bilmede kemal üzerine

binâ edilmiştir: “Şüphesiz Allah hakkıyla bilen-

dir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır.3

El-Alîm, işlerin zâhirini bilen. El-Habîr, işle-

rin gizliliklerini bilen... Allah hakkında ikisini bir-

likte düşündüğümüz zaman, bilmede nihayetsiz-

lik ortaya çıkar. O zaman mânâsı, mülkünde olup

biten işlerin hem zâhirini ve hem bâtınını bilen

demektir. Her iki ismin birlikte kullanılmış ol-

ması, birbirini destekleyerek Yüce Allah’ın bilme

gücünün ve kuvvetinin nihayetsizliğine ulaştırır,

insanı. Bu noktada O, hiçbir varlıkla mukâyese

edilemez.

İdrak Etmekten Aciz Olduğu Bütün Şeyleri Bilir

Yüce Allah’ın Habîr isminin Latîf ismiy-

le birlikte bulunması da çok anlamlıdır. Çün-

kü Latîf, işlerin ince ve gizli yönlerini bilen de-

mektir. Kesâfet ve katılığın zıddı, yani. Bu isim

de el-Habîr ismine katma değer katarcasına,

Allah’ın her şeyden haberdar olduğunun incelik-

lerini verir. O, akılların ve zihinlerin idrak etmek-

ten aciz olduğu bütün şeyleri bilir ve ona nüfuz

eder. Nitekim Yüce Allah kendisini bize şöyle ta-

nıtır: “Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her

şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”4 Bu sebep-

le her mü’min “ân”ı yaşamalı ve Allah’ı aslâ dev-

reden çıkarmamalıdır. O’nu unutmamak, salt

zihinde tutmak değil, gündelik hayatın her ala-

nında O’nunla birlikte olmak ve O’nun teklifleri-

ne uygun bir yaşama modeli seçmektir.

Herşeyİn İçyüzünü ve gİzlİ taraflarını bİlen:

EL-HABÎR“Allah kullarının gizli ve açıktan yaptığı her şeyden haberdârdır. Bu inanç,

Müslüman’a özgüven duygusu kazandırmalı, helal ve haramlar konusundaki

hassâsiyeti güçlendirmelidir.”

21Kasım 201120

Her mü’min, Yüce Allah’ın, “Şüphesiz Allah

(kullarından) hakkıyla haberdardır. Onları hak-

kıyla görür.”5 âyeti karşısında müteyakkız olma-

lıdır.

“Yaratan bilmez mi?”6

Gündelik hayatta teknolojik bir ürünü üre-

ten kimseler nasıl onun hakkında geniş mâlûmâta

sahipseler, Allah da, yarattığı bütün varlıkların

başlangıç öncesi ve sonrası hakkındaki bilgilere

sahiptir. Hem de en ince ve detay bilgisine varın-

caya kadar.. Bu sebeple bir mü’min, Yüce Allah’ın

el-Habîr ismi üzerinde ciddi anlamda durmalı ve

ilâhî ahlakın kendisi hakkındaki semerelerini dü-

şünmelidir.

Yüce Allah’ın el-Habîr oluş bilgisi, mü’minde

ahlaki değişime katkıda bulunmak yönüyle iki açı-

dan tesir eder:

Bunlardan birisi, mü’min yalnız olmadığını bi-

lir, her an Allah’ın kendisini gördüğüne, hem ken-

disinin yaptıklarını ve hem de kendisine yapılan-

lardan haberdar olduğuna inanır. Bu iman, güçlü

bir motivasyon işlevi görür. Kişiye, özgüven duy-

gusu aşılar. Buna sekine de denebilir.

Diğeri ise, olumlu yönde dinî hayata disiplin

kazandırır. Çünkü değil açıktan, yapılanları, Al-

lah, kalplerden geçeni de bilir. Alıp verdiğimiz ne-

fesleri bile bilen Allah’a karşı nasıl erdemsizlikler

yapabiliriz? Acılara, itilmişliklere, hakaret ve zu-

lümlere Allah’ın muttalî olduğunu bilip dayanma

gücü kazandığımız gibi, dinî hayatımıza da çeki

düzen verip iyi Müslüman olmamızda da O’nun

el-Habîr ismi yardımcı olacaktır.

Öte yandan, ilâhî ahlakın en önemli umde-

si olan el-Habîr, acaba kişisel gelişimimize nasıl

katkı sağlayabilir?

Bu soruya cevap vermek çok kolaydır. Evvelâ,

kişi, işe, kendi küçük dünyasında olup bitenler-

den haberdar olmakla başlamalıdır. İnsanın hem

derûnî ve hem de dış dünyası vardır. Hem içe ve

hem de dışa bakış birlikte bulunmalıdır. Bunun

yolu, iç ve dış bilgisinden haberdar olmaktır.

Bâtınî Hastalıkları Bilir

İnsanın iç dünyası, kalbidir. Kalb, bir ülkenin

başkenti gibidir. Başkent iyi çalışır ve güzel işler

yaparsa, onun organları olan taşradaki uzantıla-

rı da iyi çalışır ve hayırlı işler yapar. Hani bir Al-

lah dostu öyle demişti: “Kalbimin kapısında kırk

sene nöbet tuttum. Oraya Allah’tan başka kim-

se girmedi.” Eğer bir kalbe Allah egemen olursa,

insanın bütün azalarına da O egemen olur. Ön-

celikle insan, gönül dünyasında olup bitenlerden

haberdar olmalıdır. İnsanın Allah’la arasının açıl-

masına vesile olan bir takım bâtınî hastalıklar var-

dır. Sûfîler buna: “Emrâz-ı bâtıniyye” derler. Bu

hastalıklar tedâvî edilmeden, insanın Allah’a kar-

şı kulluk görevini hakkıyla yerine getirmek müm-

kün değildir. Önce kalb tedâvî edilmelidir. Bunun

yolu Gazâlî’nin projesinde geçtiği gibi, kalbimizi

keşfe çıkarak tanımak ve orada olup bitenlerden

haberdar olmaktır. Eğer bir insanın kalbinde; kin,

kıskançlık, buğz, düşmanlık, dünyaperestlik, kö-

tülüğü gizlemek, hayrı açığa vurmak, gösteriş var-

sa, böyle bir kimsenin kalbi iflas etmiş demektir.

Bu hastalıkları ancak “keşfu’l-kulûb” çabası içe-

risine girenler bilebilir ve haberdâr olabilirler.

Kalplerini istiğfâr ve kelime-i tevhîdle cilalayan-

lar, orada ilâhî ışığın parlamasına zemin hazır-

larlar. İşte kalbinde ne olup bittiğinden haberdar

olanlar, ne yapılması gerektiğini o zaman bilirler.

Onun için İmam Gazâlî, “Allah’ın, kalbine attığı

ışıkla” aydınlık yolu bulduğunu söyler. Onun el-

Munkızu mine’d-dalâl adlı otobiyografisi bu ente-

lektüel krizi anlatır.

Bir diğer önemli husus da bedenimizden ha-

berdar olmaktır. Biz, bedenimiz üzerinde tasar-

ruf yapma hakkına sahip değiliz. Çünkü mülk,

Allah’ındır. Ancak O tasarruf yapabilir. Burada bi-

linmesi gerekenler, bedenimiz ve bedenimizi teş-

kil eden organların hangi amaçla yaratıldığı bilgi-

sinden haberdar olmaktır. Her bir organı O’nun

yolunda ve O’na hizmette kullanabilme erdemini

göstermek, kâmil insanların ahlakıdır.

Her bir organ, bizde Allah’ın bir emânetidir.

Onun için bu emânet üzerinde tirtir titremeli, hiç-

bir organımızı günaha alet ederek zulme kurban

etmemeliyiz. Ellerimiz hayra dokunmalı, gözle-

rimiz helale bakmalı, ayaklarımız harama gitme-

meli, kulaklarımız Allah’ın sevmediği şeyleri duy-

mamalı, ağzımızdan haram lokma geçmemeli,

dillerimiz hakkı söylemelidir. Yarın her birisi kı-

yamet gününde dile gelecek ya lehimizde ya da

aleyhimizde şahitlikte bulunacaktır.

Netice-i kelâm, Allah kullarının gizli ve açık-

tan yaptığı her şeyden haberdârdır. Bu inanç,

Müslüman’a özgüven duygusu kazandırmalı, he-

lal ve haramlar konusundaki hassâsiyeti güçlen-

dirmelidir. Bu iki temel kazanca bağlı olarak,

her mü’min gönül âlemini iyice gözden geçirme-

li, Allah’la arasının açılmasına sebep olacak her

türlü kötülüklerden haberdâr olup uzak durmalı-

dır. Ancak Allah’ın bakışına mahal olan gönlünü

arındıranlar kurtuluşa ereceklerdir. Ayrıca maddî

bedenimizi, O’nun bir emâneti olarak bilmeli ve

O’nun yolunda, hizmetinde kullanmalıyız. İşte el-

Habîr olmak duyarlılığı bizde farkındalık şuuru-

nu geliştirecektir. Farkındalık şuuru da bilgisiz

olmaz. Buna basîret ve haberdâr oluş ikilisi de de-

nebilir.

Ne mutlu Yüce Allah’ın el-Habîr ism-i

şerîfinden hisselenenlere!..

1 Geniş bilgi için bakınız. Gazalî, el-Maksadü’l-Esnâ, s. 73.2 6/En’âm, 103.3 Bkz. 31/Lokman, 34; 49/Hucurât, 3.4 31/Lokmân, 16.5 35/Fâtır, 31.6 67/Mülk, 14.

Dipnot *Prof. Dr.

23Kasım 201122

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

Sözlük anlamıyla tevâzu;

alçak gönüllü olmak, bü-

yüklük taslamamak, gös-

terişten uzak olmak, bir şeyi

elinden bırakmak, mani olmak,

nefsini aşağılamak, kibirli ve

gururlu olmamak, kendini be-

ğenmemek gibi anlamlara gel-

mektedir.1 Tasavvufî terim ola-

rak ise; kişinin nefsini Allah’ın

huzurunda kulluk mevkiine

koyması, halka karşı şefkatli ol-

ması, kibir ve gurûru terk etme-

si demektir. Alçakgönüllülük;

azlıkla iftihar etmek, zilleti ku-

caklamak ve insanların yükü-

nü taşımak, Hak Teâlâ’nın hu-

zurunda eğilmek ve Hak Teâlâ

hürmetine hakka rızâ göster-

mektir.2

Peygamber Efendimizin Tevâzuu

Hz. Peygamberin tevâzuu,

alçakgönüllülüğü dillere des-

tan olacak kadar önemlidir, iç-

tendir ve çok yönlüdür. Yara-

tılmışların en üstünü, makam

ve mertebece en yücesi oldu-

ğu, Kur’ân-ı Kerim’de Rabbi

tarafından çeşitli defalar bil-

dirildiği halde, hiçbir şekilde

insanlar arasında Peygamberlik

imtiyazını kullanmamış ve ken-

disini onlardan üstün görme-

ye çalışmamıştır. “Sana uyan

mü’minlere (merhamet) kana-

dını indir.”3 emrini alan Resûl-i

Ekrem Efendimiz; “Allah Teâlâ

bana, ‘O kadar mütevâzı olun

ki, kimse kimseye böbürlenme-

sin; kimse kimseye zulmetme-

sin.’ diye emretti.”4 buyurmuş

ve hayatını tevâzuun zirvesin-

de yaşayarak biz ümmeti için

sayısız örnekler sunmuştur.

Cenâb-ı Hak, kendisini kral

bir peygamber olmakla, kul

bir peygamber olmak arasında

serbest bıraktığında o, “kul bir

peygamber” olmayı tercih edip

kabul etmiştir.5

Peygamberimiz gündelik ya-

şayışı, yemesi, içmesi, kullan-

dığı eşyalar itibariyle olduk-

ça sade bir görünüme sahiptir.

İnsanlara karşı davranışların-

da; büyük küçük, zengin fakir,

asil veya sıradan insan ayırımı

yapmaksızın herkese son dere-

ce şefkatli, alçakgönüllü ve se-

vecen bir tavır içinde olmuştur.

Meselâ o, sıradan ev işlerini

gerektiği zaman bizzat kendi-

si yapardı. Elbisesini eliyle ya-

mar, odasını süpürür, keçilerini

sağar, pazara giderek alışve-

riş yapar, bazen ayakkabıları-

nı tamir ederdi. O günkü şart-

larda hayatın içindeydi, sıradan

bir kimse gibi merkebe bi-

ner, fakirler ve kölelerle birlik-

te yemek yerdi. Bu durum Hz.

Peygamber’in muhâliflerini şa-

şırtmış olduğunu Kur’ân’ın şu

ifadesinden anlıyoruz:

“Onlar (bir de) şöyle dedi-

ler: Bu ne biçim peygamber;

(bizler gibi) yemek yiyor, çar-

şılarda dolaşıyor! Ona bir me-

lek indirilmeli, kendisiyle bir-

likte o da uyarıcı olmalı değil

miydi?”6

Peygamber Efendimiz bi-

riyle karşılaştığı zaman,

musâfaha/el sıkışmak için ken-

disi daha evvel davranır ve eli-

ni önce o uzatırdı. Bu sırada eli-

ni ilk geri çeken de o olmazdı.

Habeşistan’dan Medine’ye bir

heyet gelmişti. Hz. Peygam-

ber onlara bizzat hizmet etti.

Ashâb-ı kirâm; “Ey Allah’ın

Resûlü! Lütfen bu hizmet işi-

ni bize bırakın.” dedilerse de;

“Hayır, bu insanlar kendi

memleketlerinde benim adam-

“Peygamberimiz gündelik yaşayışı, yemesi, içmesi, kullandığı

eşyalar itibariyle oldukça sade bir görünüme sahiptir. İnsanlara

karşı davranışlarında; büyük küçük, zengin fakir, asil veya

sıradan insan ayırımı yapmaksızın herkese son derece şefkatli,

alçakgönüllü ve sevecen bir tavır içinde olmuştur.”

TÜM YARATILMIŞLARA

HAK NAZARIİLE BAKMAK

Kasım 201124 25

larımı ağırlamışlardı, ben de

onları burada bizzat kendim

ağırlamak isterim.” dedi. Bir

ara toplantılarını yaptığı yer dar

idi. Sonradan gelenler oturacak

yer bulamayınca, Hz. Peygam-

ber abasını çıkarıp yere serer ve

gelenleri üzerine oturturdu.

Tevâzuun en büyük belirti-

si, mânevî mertebesi, toplumsal

statüsü yüksek insanların, kala-

balığın içine girip onlara Allah

rızâsı için hizmet etmeleridir.

Bu hizmetleri, kırmadan, hakir

görmeden ve bir şeyler isteme-

den yapmak esastır. Peygamber

Efendimizin ifadesiyle insanlar

içine karışıp eza ve cefasına kat-

lanan mü’min, bir kenara çeki-

lip sıkıntılara muhatap olmayan

mü’minden daha hayırlıdır.7

Ashâb-ı kirâm Peygamber

Efendimizi en fazla mütevâzı ol-

duğu için sevmişlerdir. Bu se-

beple tevâzu bir nevi Peygamber

sıfatıdır. Alçakgönüllü davranış

şeklî takvâ sahiplerinin özelliği,

zıddı olan kibir ve gurur şeyta-

nın vasfıdır. Bu gibiler Peygam-

ber Efendimizin haber verdiğine

göre cennete giremeyeceklerdir.

Kişinin Allah ile irtibatı

takvâ düzeyinde, insanî ilişkile-

ri tevâzu mihverinde, dünya ile

ilişkisi zühd boyutunda ve nef-

si ile ilişkisi ise mücâhede gay-

retinde olmalıdır. Takvâ, tevâzu,

zühd ve mücâhede âbidesi olan

Peygamber Efendimizi, Abdul-

lah İbn Abbas; “Toprak üzeri-

ne oturur, yerde yemek yer, ko-

yununu sağar, bir kölenin arpa

ekmeğini yeme davetini ka-

bul ederdi!...”8 sözleri ile tanı-

tırken, Abdullah b. Ebî Evfâ da

ondan şu şekilde bahsetmekte-

dir: “Resûlullah (s.a.v.), çok zik-

reder, boş sözü sevmez, nama-

zı uzatır ve hutbeyi kısa tutardı.

İhtiyaçlarını karşılamak için

ihtiyar kadınlarla ve fakirlerle

yürümekten çekinmez (büyük-

lenmez)di!..”9

Resûlullah (s.a.v.)

tevâzuunun gereği olarak hür

olsun, köle olsun herkesin da-

vetine icabet eder, bir yudum

süt veya bir tavşan bacağı bile

olsa hediyeyi kabul eder, onla-

rı yemekten çekinmez, hediye-

lere mukâbelede bulunur, câriye

veya miskin bile olsa davetlerine

icâbetten çekinmezdi.10

Kibir ve Gururun Getirdiği Felaketler

Gurur, övünme ve bencillik

eşya ile insan arasına çekilen bir

perdedir. Bu perdeyi kaldırma-

dan, hiçbir şeyi olduğu gibi gör-

mek mümkün değildir. Kendini

beğenmiş kimselerin tasavvur-

larındaki âlemin, gerçeğine nis-

petle büsbütün farklı bir man-

zarası vardır. Bu vehimlerden

sıyrılarak olaylara hakikat pen-

ceresinden bakamayan kimse-

ler, hatalara sürüklenmekte,

başkalarından daha çok kendi-

lerini aldatmakta ve daha kötü-

sü de Allah Teâlâ’nın gazabına

ve hoşnutsuzluğuna maruz kal-

ma bahtsızlığına duçar olmak-

tadırlar.11 Resûlullah (s.a.v.) bu

felâkete dikkat sadedinde şöyle

buyurmuşlardır:

“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı

için bir derece tevâzu gösterir-

se, Allah, onu bu sebeple, bir de-

rece yükseltir. Kim de Allah’a

karşı bir derece kibir gösterir-

se, Allah da onu bu sebeple bir

derece alçaltır, neticede onu

esfel-i sâfilîne (aşağıların aşa-

ğısına) atar.”12

Gurur ve kibrin ne derece-

de kötü bir huy olduğunu göste-

ren diğer bir hadîs-i şerif de şöy-

ledir:

“Üç sınıf insan vardır ki kı-

yamet günü Allah, onları mu-

hatap almaz, yüzlerine bak-

maz, onları temize çıkarmaz.

Hem de onlar için can yakıcı bir

azap vardır.”

Resûlullah (s.a.v.)’in bu cüm-

leyi üç kere tekrarlaması üzerine

Ebû Zer (r.a.):

“Bu kimseler tam bir

mahrûmiyete ve hüsrâna uğ-

ramışlar. Bunlar kimlerdir ey

Allah’ın Resûlü,” diye sordu.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem

Efendimiz:

“Elbisesini kibirle yerler-

de sürüyen, yaptığı iyiliği başa

kakan ve yalan yere yemin ede-

rek malını iyi bir fiyatla satma-

ya çalışandır.” cevabını verdi.13

Hadisten de anlaşılacağı üze-

re, büyüklenmek ve gurura ka-

pılmak insanı, âhiret gününde

Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından,

nazarından ve tezkiyesinden

mahrum edip onu elim bir aza-

ba müstahak kılacak kadar kötü

bir haslettir. Böylesi kişiler ha-

kikatten saptıkları gibi insanla-

rın gözünde de sevimsiz hâle ge-

lirler.14

Alçakgönüllülüğün Kazandırdığı

Güzellikler

Tevâzu, insanı hakikate alış-

tırır; aynı zamanda onu derin-

leştirir ve yüceltir. Bir müte-

fekkirin dediği gibi; “İçtimaî

hayatta herkesin görüneceği

bir pencere vardır. Boyu kısa

olanlar o pencereden görüne-

bilmek için parmakları üzerine

yükselirken, büyükler de eğilir-

ler.” Bütün insanlar ise tevâzu

ehlini gayr-i ihtiyarî severler.

Çünkü her şeyde olduğu gibi

muhabbet de yukarıdan aşağı-

ya doğru akar.15 Tevâzu kıya-

fetine bürünenlerin âbide şah-

siyetlerine Mansur b. Ammâr

(ö.225/840) şu sözüyle dik-

kat çekmektedir: “Kul için en

güzel elbise tevâzu ve inkisar

(Mevlâ’ya karşı boynu bükük

olma) elbisesidir. Onun için Al-

lah Teâlâ, ‘Takvâ elbisesi daha

hayırlıdır.’16 buyurmuştur.”17

Kelâbâzî (ö.380/990)’nin

ifadesi ile tevâzu, kalbi iyiliğe

yöneltir ve aklı cilâlar. Dünya-

da Allah için tevâzu gösteren ki-

şiyi Allah, âhirette yok olmayan

sonsuzluk tahtı ve hiç eksilme-

yen mülkün minberi üzerinde

yükseltir, mertebesini yüceltir

ve günahları ondan uzaklaştırır.

Ayrıca mü’min kullarına lütfet-

tiği gibi Allah’ı zikretmesi için

ona yardım eder. Yaptığı iyilik-

lerin sevabını bol bol verir. Kö-

tülüklerini en iyi şekilde terk et-

mesini sağlar. Kim Allah için

tevâzu gösterirse, Allah onu

yükseltir. Kişi tevâzua ulaştığı

zaman herkese hak ettiği değeri

verir. Kendi benliğinde tevâzuu

bir ahlâk olarak yaşayan kişi,

kalbî huzura kavuşur. Tevâzu

Hakk’a itaat ve O’na itirazdan

yüz çevirmektir.18

Tevâzu göstermekle kişinin

kaybedecek hiçbir değerinin ve

saygınlığının olmayacağı, Nas-

reddin Hoca’nın bir nüktesinde

şu şekilde açıklanır: “Bazı kim-

seler Hoca’nın bir keramet gös-

termesini isterler. Hoca, ta-

mam, der. ‘Şu karşıdaki ağacı

bana doğru yürüteceğim’ di-

yerek ağaca seslenir: ‘Ey ağaç

yürü!’ Ağacın yürümediği-

ni gördüğünde yerinden kal-

kar ve ağaca doğru yürümeye

başlar. Ne yaptığını soranlara:

‘Bizde gurur, kibir yoktur. Ağaç

bize gelmezse biz ağaca gide-

riz.’ der.”19

Tohum toprağa düşmekle al-

çalmış değil, yükselişe geçmiş

olur. Şairin dediği gibi,

Mazhar-ı feyz olamaz

düşmeyince hâke nebât

Mütevazî olanı rahmet-i

Rahmân büyütür.

Yani, tohum toprağa düşme-

yince filizlenip büyüyemez. Top-

rağın tohumu büyütmesi gibi

Allah’ın rahmeti de alçakgönül-

lü olanları büyütür ve yüceltir.

“Ashâb-ı kirâm

Peygamber

Efendimizi en fazla

mütevâzı olduğu

için sevmişlerdir.

Bu sebeple tevâzu

bir nevi Peygamber

sıfatıdır.”

EZRY

A R

AHM

AN

Kasım 201126 27

Tevâzuda Ölçü

Kul olarak mütevâzı olma-

mız esastır. Ancak tevâzuun da

belli bir ölçü içinde olması ge-

rekmektedir. Zira diğer insan-

lar arasında tevâzu sahibi imiş

gibi görünüp onların saygı ve

hürmetini kazanmaya çalış-

mak hoş bir tavır değildir. Böy-

lesi yapmacık bir tevâzu, kişide-

ki rûhî olgunluğun bir tezâhürü

olmadığı gibi, Allah’tan ziyade

insanların saygısını kazanmaya

yönelik bir tavırdır. Her ne ka-

dar ahlâk, büyük ölçüde çocuk-

luktan itibaren anne-baba ve

çevrenin olumlu ya da olumsuz

tavrına yönelik olarak geliştiri-

liyorsa da insanın ömrü boyun-

ca hep başkalarının bekleyiş ve

tepkilerine göre davranışlarda

bulunması, zihnî açıdan da pek

gelişmediğinin göstergesi ola-

rak kabul edilebilir. Zira rûhî ve

zihnî olgunluğa eriştikçe, vicdan

denilen iç kontrol mekanizması

devreye girmekte ve bireyi baş-

kalarının tepki ve beğenisi yö-

nündeki çabaya göre hareketten

ziyade, ahlâkî tutarsızlıktan kur-

tarmaya yöneltmektedir.20

Kaldı ki aksi bir tutum, in-

sanların saygısından ziyade tep-

kisini çekmektedir. Bu noktada

kimi tasavvuf erbabı giyim-ku-

şam, tekke-dergâh gibi husus-

larda halktan ayrılmayı bile hoş

görmemiş, hatta daha da ileri

giderek, yaptıkları hayrı gizle-

yip kötülükleri açıklamak, ken-

dilerini halka kınatacak tarz-

da hareketler de bulunmak gibi

uygulamalara gitmişler; bu gö-

rüşe mensup kimseler zaman-

la Melâmetiyye diye adlandırıl-

mışlardır.21 Melâmiyye’nin bu

hassasiyetini biz en çok Fudayl

b. İyâz (ö. 187/802)’ın şu sö-

zünde görmekteyiz: “Riyakârım

diye yemin etmem, riyakâr de-

ğilim diye yemin etmemden

daha çok hoşuma gider.”22

Ebû Abdillah Muhammed

Mağribî (ö. 299/911) tevâzu ile

zillet arasındaki ince çizgiyi şu

şekilde ayırmaktadır: “İnsanla-

rın en zelîli, zengine yağcılık ya-

pan veya tevâzu gösteren fakir-

dir. İnsanların en azîzi fakirlere

tevâzu gösteren ve onlara karşı

hürmeti muhafaza eden zengin-

dir.”23

Dervişin Himmetini Âlî Tutması

Dervişlik hem gizli hem de

aşikâr olmayı gerektirir. Derviş

bâtınında Hak, zâhirinde halk

iledir. Nakşibendiyye’nin “hal-

vet der encümen” prensibi ile

dervişin eli kârda olsa bile gönlü

daima yârdadır. Dervişin halk-

la ünsiyeti her an tevâzu engin-

liğindedir.

Melekût âlemine âşinâ,

zâhire bigâne ol

Bu türlü hoş aydınlık cihanda

zor bulunur.

diyen Ya’kûb-ı Çerhî, “Bu yo-

lun erleri, himmet ve nazarla

ilerlediler. Bu sebeple geçtikle-

ri yolda hiçbir iz yoktur” tembi-

hinde bulunmaktadır. Melekût

âlemine âşinâlık, kalpte rikkat

ve inceliğin meydana gelmesi-

dir. Bu sebeple dervişlerde gö-

rülen edep ve tevâzu, zorlama

bir tavrın değil yaşadıkları halin

tabii bir sonucudur. Çerhî’nin;

“Kul sıfatsızlığa erdiğinde, özel-

likle zâhir ehlinin, onu tanıması

zordur” sözü konunun açıklığa

kavuşması açısından son derece

manidardır.24

Hikmet geleneğinin ustası ve

mâneviyat yolunun seçkin reh-

beri olan Atâullah el-İskenderî,

hikmetlerinde gerçek alçakgö-

nüllülüğü, Allah Teâlâ’nın aza-

metine ve sıfatlarının tecellîsine

tanık olmaktan doğan hazi-

ne olarak tanımlarken,25 tevâzu

göstereyim derken tevâzu id-

diasına kalkışanları şu şekilde

uyarmaktadır: “Kendisini alçak-

gönüllü gören kimse, aslında

kendisini büyük görendir. Çün-

kü kendisini alçakgönüllü gör-

mek, ancak kendisini yüksek

görmekten kaynaklanır. Böy-

le olunca sen kendini al-

çakgönüllü gördüğünde

aslında kibirlisin demek-

tir. Alçakgönüllü, ken-

disinin daha yüksek bir

konumda bulunduğu-

nu düşünerek alçakgö-

nüllülükte bulunan de-

ğil, ancak kendisinin

daha alçak bir konum-

da bulunduğunu düşü-

nerek alçakgönüllülükte

bulunandır.”26 Zira der-

vişin Allah’a yönelişinde

uyması gereken âdâbın

en önemlisi, başına gelen

hârikulâde hallerle mağ-

rur olmamasıdır. Aksi du-

rum, kulluğun kabul edil-

mediğinin alâmetidir. Bu

sebeple derviş, himmeti-

ni âlî tutmalı ve Hakk’ın

iltifatını beklemelidir. Ya’kûb-ı

Çerhî bu konuda; “Biz her ne

bulduysak himmetimizi âlî tut-

makla bulduk”27 der. Tezellülün

ifadesi olan ibadet ve sonrasın-

da meydana gelen vakıata gu-

rurlanmak tezattır. Kişinin ya-

şadığı haller sebebiyle mağrur

olması, ibadetinin kabul edil-

memesinin alâmetlerindendir.

Mahviyyet duygusu ile hare-

ket edip hiçlik boyutunda kulluk

süreci gerçekleştirmeyi öngören

Atâullah el-İskenderî, bir başka

ölçüyü ise şu şekilde beyan kıl-

maktadır: “Kendini küçük gör-

me ve muhtaçlık duyguları do-

ğuran bir günah, kendini güçlü

görme ve büyüklenme duygula-

rı doğuran bir ibadetten daha

hayırlıdır.”28

Özetle, kendini keşfedeme-

yen benlikler çoğu kez bir savaş

alanı gibidir. Kendi kulluğunun

farkında olamayan, tevâzu ka-

natlarını gerip doğal bir tutum

sergilemeyenler, hırsları, do-

yumsuz iştahları, yersiz düşün-

ce ve haksız yargıları ile sürekli

bir mücadele içindedirler.

Nefsânî Arzularını Frenlemesi

İnsan kendi içindeki barış

ve huzur ışığını sevgiyle yak-

madıkça, benliğini keşfetmesi

mümkün olmayacaktır. Kişinin

nefsânî arzularını frenlemesi-

nin, bayağı tutkuların tutsa-

ğı olmamasının, ifrat ve tefrite

düşmemesinin en önemli ilke-

si, varlık hiyerarşisindeki yeri-

ni bilmesi, eşyanın hakîkatine

vâkıf olması, kendi gerçekliği-

ni idrak etmesi, Hakk’a bende

ve yaratılmışlara müşfik dav-

ranmasıdır. Tüm varlıkların se-

sini duymanın yolu ken-

di fânîliğimizi hissedip

Bâkî olanla irtibat kura-

bilmek, mahviyet duygu-

suna bürünüp kendimizi

O’nunla zenginleştirmek-

tir. Onsuz her adımın,

O’ndan mahrum kılan

her türlü servetin, O’nu

hoşnut kılmayan her tür-

lü birikimin uzaklık ve fe-

laket olduğunu hissetme-

liyiz. Balçıktan yaratılan,

kan ve sudan ibaret olan

ten dünyamızla avunmak

yerine gönül ve ruh zen-

ginliğini hissedebilmek

en önemli hissiyatımız ol-

malıdır. Zira kulluk göre-

vinin gereği olarak tevâzu

sahibi olmak, hem kendi-

mizi hem de âlemi olduğu

gibi görebilmek en önemli er-

demdir.

1 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. III, s. 941-943.2 Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 97.3 26/Şuarâ, 215 4 Müslim, Cennet, 645 İbn-i Hanbel, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20.6 25/Furkân, 7.7 Demirci, Tasavvuf ve Ahlâk Yazıları, s. 128.8 İmam Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. III, s. 185, Hadis

no: 3180 (6889). 9 Neseî, Kitâbü’l-Cum’a, B. 31, Hadis no: 1414.10 Sühreverdî, Avârifu’l Maârif, s. 299.11 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 266.12 İbn-i Mâce, Zühd, 16.13 Müslim, Îmân, 17114 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 267.15 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 267.16 7/A’raf, 26.17 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 423. 18 Göktaş, Buhara’da Tasavvuf, s. 300.19 Şimşek, Nasreddin Hoca ve Tasavvuf, s. 186.20 Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, s. 40-48. 21 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 173-175.22 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 424. 23 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 234. 24 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 174-175.25 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s. 72.26 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s.72.27 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 173.28 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s. 73.

* Prof. Dr.

Dipnot

“Zira dervişin Allah’a yönelişinde uyması gereken

âdâbın en önemlisi, başına gelen hârikulâde hallerle

mağrur olmamasıdır. Aksi durum, kulluğun kabul

edilmediğinin alâmetidir. Bu sebeple derviş, himmetini

âlî tutmalı ve Hakk’ın iltifatını beklemelidir.”

Kırk Yapraklı Gül

H. Hamidettin ATEŞ

Açıklamasıİnsan Cenab-ı Allah’ın lutfettiği akıl sayesinde iyiyi doğrudan ayırır. Ayrıca duyduğu bilgiler ve görgüsü vesilesiyle de

tecrübî olarak işlerini yapar, daima hakikat üzere yaşamaya çalışır. Mü’min aklı ile Allah’ı tanır ve bilir, O’na itaat eder; korku ile ümit arasında emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmaya çalışır. Dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını arar. Hem kendisine hem de başkalarına faydası dokunur.

Bir âyet-i kerimede mealen şöyle buyurulur: “Size (her türlü) işaretlerini gösteren¸ sizin için gökten rızık indiren O’dur: Ama Allah’a yönelmiş olanlardan başkası (bundan) bir ders çıkarmaz.” (40/Mü’min¸ 13.)

Allah’ın âyetlerinden ve hatırlatmalarından ibret alıp ders çıkaranlar ancak akılları ve yürekleriyle O’na yönelenler-dir. Akılla kavramak kadar gönülle hissetmek de çok önemlidir. Sevgili Peygamberimiz “Mü’minin ferasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, V, 298) buyurmuşlardır.

Feraset, “Allahu Teâlâ’nın, mü’minlere ihsan ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti, sezme ve ileri görüşlülük” anlamındadır. Bir başka deyişle feraset; olaylara ve bütün varlık âlemine iman nuruyla bakmak, eşyanın hakikatindeki gerçekleri görüp hissedebilmek demektir.Gerek ashab-ı güzin ve gerekse daha sonraki çağlarda yaşayan müslümanlar, her hususta olduğu gibi, feraset konusunda da Rasûlüllah’ı örnek almışlar, böylece başarıdan başarıya ulaşmışlardır. Ama bunu yapamayanlar da, geri kalmışlardır. Bu gün müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’in öngördüğü, Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizzat uygulayarak gösterdiği kalbî seziş ve ileri görüşlülüğe her zamankinden daha çok muhtaçtır. Akıl sahibi ve imanı kâmil her mü’min, din ve dünya işlerinde sakınılacak şeylerden sakınmalı, tedbirli ve uyanık hareket etmeli, aldatılsa veya hataya düşse bile, ikinci defa aynı hatayı işlememelidir.

“Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz. (Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63)

Yedinci Hadis

29Kasım 201128

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

AMRE BİNT MES’ÛD (r.a.)

Adı : Amre

Künyesi :Tespit edilemedi

Doğumyılı : Tespit edilemedi

Doğumyeri : Medine

Babaadı : Mes’ud b. Kays

Anneadı : Umeyre bint Amr b. Harâm

Eş(ler)i : Ubâde b. Deylem b. Hârise

Akrabaları :Tespit edilemedi

Oğulları : Sa’d b. Ubâde

Kızları : Tespit edilemedi

Kabilesi :Hazrec Kabilesi’nin Sâide kolun-dan

İslam’agirişi : Hicret öncesinde veya hemen sonrasında

Sohbetsüresi : Tahminen on yıl

Rivayeti : Tespit edilemedi

Yaşadığıyer : Medine

Mesleği : Ev hanımı

Hicreti :Yok

Savaşları : Tespit edilemedi

Görevleri : Tespit edilemedi

Fizikîyapı : Tespit edilemedi

Mizacı :Hayırsever

Ayrıcalığı : Vefatından bir ay sonra Hz. Pey-gamber (s.a.v) onun cenaze namazını kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)’e bey’at eden hanımlardan idi.

Ömrü :Tespit edilemedi

Ölümyılı : H. 5.

Ölümyeri : Medine

Ölümsebebi : Hastalık veya yaşlılık

Hakkında : Vefat ettiğinde Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte Dûmetu’l-Cendel Savaşında olan oğlu Sa’d, Allah Rasulü’ne annesi adına tasadduk et-mesinin ona bir yarar sağlayıp sağlamayacağını sor-du. “Evet” cevabını alması üzerine annesi adına bazı rivayetlere göre bir hurma bahçesini, bazılarına göre ise bir su kuyusunu tasadduk etti. Kimi rivayetlerde ise, annesinin adağını yerine getirdi.

Hadisleri : Tespit edilemedi

Kaynaklar : İstîâb, I. 610; İsâbe, III. 66; VIII. 32-33; Üsd, I. 1388-1389; DİA, III. 96; Müsned, VI. 7; İbn Sa’d, Tabakât, III. 614.

*Prof. Dr.

31Kasım 201130

Kâbe’yi ilk gördüğünüzde, edilen dualar kabul

edilirmiş, derler. Ne dua ettim hatırlayamıyo-

rum; fakat hareme Suudilerin ilave ettiği revak-

lardan geçerek avluya ulaşırken birden Kâbe’yi görmek beni o

kadar çok mutlu etti ki bunu satırlara dökmem imkânsızdır. Re-

simlerde ve kamera görüntülerinde daha büyük gözüken avlu

kısmı ne hikmetse bana daha küçük göründü. Çocukluğumdan

beri resimlerine baktığım, yüksek lisans tezimde imar faaliyetle-

rini çalıştığım Kâbe’yi ve Harem’i çıplak gözlerle görmek gerçek-

ten muhteşemdi. Rabbim burayı görmeyenlere en kısa süre içe-

risinde görmeyi nasip etsin temennisinde bulunuyorum.

Kâbe âyet-i kerimede ifadesini bulduğu gibi; “Doğrusu insan-

lara (mabed olarak) ilk kurulan ev Bekke (Mekke)de olandır.

Âlemlere uğur, bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulmuş-

tur.” İnsanoğlunun yeryüzünde ibadet etmesi için inşa edilen ilk

mabet olan Kâbe’yi ilk defa inşa eden Hz. Âdem (a.s)’dir. Ölü-

münden sonra mabet oğulları tarafından tamir edilmiştir.Nuh

tufanı sonrasında Kâbe’nin yeri kaybolmuş ve Hz. İbrahim (a.s)’a

kadar da belirsiz kalmıştır. Hz. İbrahim’e Allah (c.c) Kâbe’nin ye-

rini açıklamış ve oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi yeniden inşa

etmişlerdir.

Yapının yüksekliği, Hz. İbrahim zamanında 9 zira (4,5 m.),

uzunluğu 30 zira (15 m.) genişliği ise 22 zira (11 m.) olarak ya-

pılmıştır. Hz. İbrahim’in inşasından sonra yıkılan Kâbe mütead-

dit defalar daha inşaat geçirmiştir. Mekke’nin yakınlarında yaşa-

yan Amalikalılar ve müteakip devrede Cürhümlüler Kâbe’yi inşa

etmişlerdir. Bunlardan sonra Huzâalılar Mekke’nin ve Kâbe’nin

idaresini ellerine almışlardır. Huzâalılar’ın, üç yüz senelik idare-

lerinden sonra, Kureyşlilerin lideri Kusay, şehrin hâkimi olmuş,

onun zamanında ise Kâbe yıkılıp yeniden yapılmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v)’e peygamberlik vazifesi gelmeden

önce Kureyşliler Kâbe’yi yıkıp yeniden inşa etmişlerdir. Bu ta-

GeziFatih ERKOÇOĞLU*

Hİcâz Notları VIII:

“KâbE”

“1629 yılında mimar Mehmed Rıdvan

Ağa’nın nezaretinde altı buçuk ayda Kâbe’nin

Hacerülesved köşesi hariç bütün duvarları

temellerine kadar sökülerek orijinalliği

bozulmadan yeniden yapıldı. Harap olan

kısımların taşlar yenilendi.”

Kasım 201132 33

mir sonrasında sel sularının yeni yapıyı tahrip et-

memesi için kapısının yerden yüksek yapılması ve

bu kısmın toprakla doldurulması kararlaştırıldı.

Duvarlar yapılırken bir sıra taş bir sıra da ahşap

malzeme konuldu. İnşaatın bitmesiyle Kâbe’ye

dört zira bir karış (2 m. 26 cm.) yüksekliğinde, ki-

litlenebilir özelliği bulunan bir kapı takıldı. Ayrı-

ca Kâbe’nin iç kısımları da sel baskınlarına karşı

toprakla takviye edildi. Yapının tavanı ise, Bakom

veya Bâkûm adlı bir dülger ustası tarafından sa-

çaksız düz bir şekilde yapılarak ve tavanı taşıması

için de iki sıra halinde altı adet direk dikildi. Ön-

ceki yapımda yüksekliği dokuz zira (4,5 m.) olan

Beytullah’ın yüksekliği bu sefer on sekiz zira (9

m.) olarak yapıldı. Yapının oluğu, suyunu Hatîm’e

aktaracak şekilde tavana yerleştirildi. Kureyşliler,

Hacerülesved taşını yerleştirmede ihtilafa düş-

tüklerinde, hakem tayin edilen Hz. Muhammed

(s.a.v) kaftanını yere sererek Hacerülesved’i onun

üzerine koymuş, daha sonra da her kabileden bir

adam çağırıp, onları kaftanın köşelerinden tuttur-

muş ve Hacerülesved’i hep birlikte duvara yerleş-

tirmişlerdir.

Kureyş’in inşası sonrasında Kâbe’nin, Ab-

dullah b. Zübeyr tarafından Hz. İbrahim (a.s)’in

yaptığı esas temeller üzerine inşasına kadar cid-

di bir tamir geçirdiği bilinmemektedir. Kâbe,

Abdullah b. Zübeyr’in Emevîlerle yaptığı mü-

cadelelerde büyük hasar görmüştür (64-72/683-

692). Şehri muhasara eden ilk Emevî ordusu,

Kâbe ve çevresinde karargâhını kuran Abdullah

b. Zübeyr’e mancınıkla taş atmışlardır. Atılan bu

taşlar, Kâbe’nin duvarlarına da isabet etti. Bu es-

nada Abdullah b. Zübeyr’in adamlarından birinin,

okunun ucunda bulunan ateşin kıvılcımlarının

yanlışlıkla Kâbe’nin örtüsüne sıçraması sonu-

cu, yapı alev aldı (64/683). Çıkan yangın sonra-

sında Kâbe’nin duvarları tahrip oldu. Bunun üze-

rine Abdullah b Zübeyr, Kâbe’yi Hz. Aişe’nin Hz.

Peygamber (s.a.v)’den tavsif ettiği şekliyle Hz. İb-

rahim (a.s)’in temeli üzerinde inşa etmeye karar

verdi. Gerekli malzemeyi tedarik ettikten sonra

Kâbe’yi yıkan Abdullah b. Zübeyr, Hz. İbrahim

(a.s)’in yapmış olduğu temele kadar açtırdı ve açı-

lan bu temelle birlikte (Kâbe’nin kuzeyinde bulu-

nan Hatîm (Hicr) denilen yeri de almak suretiyle)

inşaata başladı.

Eski yüksekliği on sekiz zira (9 m.) olan yapı-

nın yeni inşaatı, eski temelin ilavesi de dâhil edil-

diği için, bu yüksekliği kâfi gelmedi ve binanın

boyu, genişliğine göre kısa kaldı. Bunun üzerine 9

zira (4,5 m.) daha ilave edilmek suretiyle yapının

boyu yükseltildi. Kureyş’in yapımında tavana des-

tek olan, 6 direğe bu sefer 3 direk daha ilave edil-

di. Abdullah b. Zübeyr, Kâbe’nin duvarlarını kireç

getirtip bu malzemeyle yapıyı yeniden inşa ettirdi.

Kâbe’ye bir kapı daha yaptıran İbn Zübeyr, bu ka-

pıyı eski kapının tam hizasına yerleştirdi. Kapıları

iki kanatlı ve on bir metre (5,5 m.) yüksekliğinde

yaptırılan, yapının oluğu ise Hatîm’e akacak şekil-

de düzenlendi.

Abdullah b. Zübeyr’in yaptırdığı yapı uzun

süre bu şekilde kalamadı. Mekke’de Emevîlere

karşı sürdürülen isyan 73/693 yılında Abdullah

b Zübeyr’in öldürülmesi ile bastırıldı. Mekke va-

lisi olan Haccâc b. Yûsuf, halife Abdülmelik b.

Mervân’dan, İbn Zübeyr’in Kâbe’yi inşasında, ya-

pının aslından olmayan bazı kısımlar ilave ettiğini

ve ikinci bir kapı açtırdığını yazarak, izni dâhilinde

bu fazlalıkları yıktırıp Kâbe’yi, Cahiliye dönemin-

deki konumuna getirtmek istediğini belirtti. Ha-

lifenin izni doğrultusunda Haccâc, duvarlardan 6

zira bir karışlık yeri (Hicr-İbn Zübeyr’in ilave et-

tiği yeri) yıktırarak, arka tarafta açtırdığı kapıyı

da kapattırdı. Haccâc bunların haricindeki yerle-

re dokunmadı.

Abdülmelik b. Mervân’ın izniyle bu ilavele-

rin yıkılması ve Kâbe’nin câhiliye ve Peygam-

ber dönemlerindeki gibi bırakılması, Emevîlerin

meşrû’iyeti açısından büyük önem taşımaktadır.

Böylece bu ilavelerin yıkılmasıyla Hz. Muham-

med (s.a.v) ve onun halifelerinin yolundan gidil-

diği vurgulanmıştır.

Velid b. Abdülmelik (86/705) halifeliğinde

Mekke valisi Halid b. Abdullah el-Kasrî’ye 30 bin

Dinar göndererek Kâbe’nin kapısını, içerisinde-

ki sütunları ve yağmur sularını akıtan oluğu al-

tın levhalar ile kaplattı. Böylece Halid b. Abdullah

el-Kasrî, Kâbe’yi altınla süsleyen ilk kimse oldu.

Velid b. Abdülmelik 91/710 yılında bu yapılanla-

rı görmek için hacca gitti. Beraberinde Şam’dan

getirttiği kırmızı, beyaz ve yeşil mermerlerle

Kâbe’nin iç kısımdaki duvarlarını da kaplattı.

Kâbe’nin bu yapısı 1040/1630 yılına kadar

herhangi bir değişikliğe uğramaksızın geldi. Bu

uzun süre zarfında sadece yapıya basit onarım-

lar ve süsleme çalışmaları yapıldı. Fakat XVI. yüz-

yıl sonlarına doğru Kâbe’nin kuzeybatı duvarında

ciddi boyutlarda çatlamalar olmuş, İstanbul ule-

masının Kâbe’nin yeniden yıkılıp yapılmasının

caiz olmadığı kararından sonra I. Ahmed, Baş-

mimar Mehmed Ağa’dan tehlike arz eden kısma

karşı önlem almasını istemiştir. Böylece 80 bin

altın harcanarak yıkılmaya yüz tutan yerler ye-

niden yaptırıldı. İstanbul’da hazırlanan altın ve

gümüşlerle tezyin edilen dört ayak ve on altı ki-

rişten oluşan ve demir kuşaklarla takviye edi-

len ahşap çatı elden geçirildi. Eski yağmur olu-

ğu sökülerek yerine gümüş kaplama üzerine

altın süslemeli yeni bir oluk yerleştirildi. Yapı-

nın kapı kemeri de yenilenerek, üzerindeki gü-

Kasım 201134 35

müş kitabe levhası da altın bir kitabe levhası ile

değiştirildi (1021/1612). IV. Murad zamanında-

ki sel baskınını uğrayan Kâbe’nin, suların duvar-

ların yarısına kadar çıkması sonucunda kuzey-

batı duvarı tamamen, kuzeydoğu duvarı kapıya

kadar, güneybatı duvarının da bir kısmı yıkıl-

dı (1039/1629-30). Mısır’dan gönderilen Mimar

Mehmed Rıdvan Ağa’nın nezaretinde altı buçuk

ayda Kâbe’nin Hacerülesved köşesi hariç bütün

duvarları temellerine kadar sökülerek orijinalliği

bozulmadan yeniden yapıldı. Harap olan kısım-

ların taşlar yenilendi.

Suudi Krallığı zamanında ise 1958 yılında ilk

olarak dam ve duvarların iç tarafında bulunan

mermer kaplamalar, 1982 yılında yapının zemin

mermerleri değiştirildi. 1996 yılında ise duvar-

ların dış yüzeyinde bulunan taşlar numaralanıp

sökülerek değiştirilmesi icap eden taşlar yenilen-

di. Ayrıca bu tadilatta yapının direkleri ile zemini

yeniden elden geçirildi.

Kâbe’nin Örtülmesi (Kisvetü’l-Kâbe)

Kâbe’nin Câhiliyye döneminden beri giydiril-

diği bilinmekle birlikte ilk defa ne zaman giydiril-

diği hususu ile ilgili olarak muhtelif rivayetler var-

dır. Ezrakî’de geçtiğine göre Kâbe’yi ilk giydirenin

Es’ad isimli bir Himyerî Tubba’ (Yemen hüküm-

darlarına verilen isim) olduğu kaydedilmekte-

dir.30 Onun deriden bir örtü ile Kâbe’yi giydirdiği

ifade edilmektedir. Câhiliyye döneminde deriden

mamul örtüler ve meâfir kumaşları ile örtülmüş

olan Kâbe, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Ye-

men kumaşı, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemle-

rinde ise Kıbtiyye beziyle giydirildi.

Muaviye’nin hilafetinde Kâbe’ye biri Rama-

zan ayının sonunda (Ramazan’ın 27. günü) giydi-

rilen Kıbtî bezi diğeri ise Aşure gününde örtülen

Atlas örtü olmak üzere iki örtü hazırlanmaya baş-

landı. Abdullah b. Zübeyr’in inşaatı tamamlanınca

da Kâbe, Kıbtiyye kumaşı ile örtüldü. Abbâsî ha-

lifesi Me’mun zamanında ise beyaz renkli üçün-

cü bir örtünün daha hazırlanması sağlandı. Halife

Nâsır-Lidinillâh’ın 579/1183-84’te Kâbe’ye gön-

derdiği örtülerin yeşil renkli olup, üzerindeki ya-

zıların kırmızı renkte olduğu ifade edilmektedir.

Aynı halifenin, hilafetinin sonlarına doğru gön-

derdiği örtülerin rengi ise siyah olup, yazıları sarı

renkte idi. Abbâsî hilafeti sonrasında Kâbe, birkaç

yıl Yemen’de hüküm süren Resûliler tarafından

örtüldükten sonra, Sultan I. Baybars’ın hüküm-

ranlığının ikinci yılında (661/1262) bu iş Mem-

lüklerin uhdesine geçti. 761/1360 yılında Sultan

Melikü’s-Sâlih’in kardeşi Hasan, 826/1423’te Me-

lik Eşref Barsbay’ın ve daha sonra iktidara gelen

Memlük sultanlarının Kâbe’ye iç örtü gönderdik-

leri, bu örtünün güneşten zarar görmediği için de

her yıl değiştirilmediği bilinmektedir.

Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fet-

hetmesiyle birlikte Kâbe’nin örtülmesi artık Os-

manlılar tarafından yapıldı. Yavuz, örtülerin es-

kiden olduğu gibi yine Mısır’dan götürülmesini

emretti. Kanunî döneminde ise Kâbe’nin dış örtü-

sü Mısır’da dokunurken iç örtüsü ise İstanbul’da

hazırlanmaya başlandı.

III. Ahmed döneminde ise bütün kumaşlar ar-

tık İstanbul’da dokunuyordu. İstanbul’dan son

olarak Sultan Abdülaziz tarafından 1861’de gön-

derilen iç örtü, 1943 yılına kadar kullanıldı. Mek-

ke Emiri Şerif Hüseyin’in ayaklanmasıyla birlik-

te örtüler, Mısır’dan gönderilmeye başlandı. 1926

yılında Mısır ve Suudîler arasında anlaşmazlık baş

gösterince Mısır’da hazırlanan örtülerin gönderil-

mesi durduruldu. Bunun üzerine Kral Abdülaziz,

örtülerin hazırlanması için Mekke’de bir atölye

kurdurdu. On yıl sonra 1936 yılında örtüler, yeni-

den Mısır’dan gönderilmeye başlandı. Fakat 1962

yılında Mısır’dan gönderilen örtü Suudîler tara-

fından geri çevrildi. Bundan sonra Mekke’de Kâbe

için özel olarak kurulan fabrikada örtüler hazır-

lanmaya başlandı.

Son zamanlarda hazırlanan Kâbe örtüleri 14

m. uzunluğunda ve 0.95 m. genişliğinde kırk sekiz

parçadan oluşmaktadır. Örtünün tamamı 638, 4

metre karedir. Örtüler kitabeli olarak dokunmuş-

tur. İç içe giren üçgenler arasında lafza-i celâl,

kelime-i tevhid ve “sübhanallâhi ve bihamdihî

sübhanallahi’l-azîm” ibareleri altın ve gümüş tel-

lerin kullanılmasıyla yazılmıştır.

Kâbe hizmetleri ise yapının ilk inşasıyla birlik-

te başlamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu görev-

leri eskiden beri yürüten ailelere bıraktı.

Hz. Ömer bu işler için beytülmalden tahsisat

ayırdı. Muâviye’nin halifeliği ile de bu işler düzen-

li hale getirilerek bu hizmetlerin yürütülmesi için

özel görevliler tahsis edildi. Osmanlı idaresinde

ise bu hizmetleri hadım ağaları yapıyorlardı. Gü-

nümüzde ise bunlar yerlerini memurlar ve hade-

melere bırakmışlardır.

*Dr.

37Kasım 201136

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Gönüllere hakikat nakışlarını ilmek ilmek

dokuyan, gül kokulu eyvanlarda lâhutî

sedalarda bülbül misali şakıyan insanın

iç âlemini gülistana çeviren büyük şahsiyetler

vardır. Onların açtıkları ilim ve irfan yolundan

ilerleyenler, kurtuluşa ermişlerdir. Gönül kerva-

nı asırlar boyu yol almaya devam etmiş ve ede-

cektir. Bizim insanımızı ayakta tutan en büyük

güç; ilmiyle âmil olan irfan âbidesi olarak etrafla-

rına güzellikler saçan ileri görüşlü bitmez tüken-

mez hazinlerin sahipleri olan gönül sultanlardır.

Onlar ilimlerini artırması için Rabbimize

hep dua etmişler; bilenlerle bilmeyenlerin hiç-

bir zaman bir olmadığını beyan buyurmuşlardır.

Allah’tan ancak ilim sahiplerinin korktuğunu,

Allah’ın hakkında hayır istediği kimseye ilim ver-

diğini, gıpta edilecek iki kişiden biri-

sinin ilim sahibi oldu-

ğunu, ilim sahibinin

bereketli yağmu-

ra benzediğini, va-

hiy bilgisiyle bir kişi-

nin doğru yolu bulmasının

vadiler dolusu develerden hayırlı

olduğunu dillendirmişlerdir. Dinî il-

min yayılması ve ilim tahsili için

bir yola girene cennet yo-

lunun kolaylaştırılacağı-

nı, hidayete çağıranlara

kendisine uyanların se-

vabı kadar sevap verilece- ğini, sona ermeyen

üç amelden birinin de faydalanılan ilim olduğu-

nu, dünya ve içindeki her şeyin değersiz olduğu-

nu destan destan anlatmışlardır. Damlayı der-

yaya ulaştırabilenlerin ilmin tevazusuyla bitmez

hazinelere kavuştuğunu Hulûsi Efendi (k.s.) şöy-

le ifade eder:

Su gibi sür yüzü toprağın ayağına düşüp

Katreni bahra katıp vâsıl-ı deryâ olagör1

Meşhur Yedi Tâbiin Fakihinden Biri

Saadet asrına yakın, adeta gözeden su içmiş,

öğrendiği ilmi insanlığın istifadesine sunmuş

ilim hazinelerinden biri de; Altın silsilenin dör-

düncü halkası olan Kâsım b. Muhammed Haz-

retleridir. O öyle bir asalet sahibidir ki; Hz. Ebû

Bekir (r.a.)’in torunudur. Hz. Ali (r.a.)’nin halife-

liği döneminde yaklaşık 37/657 yılında dünyayı

teşrif etmiştir.2 Babasının öldürülmesinden son-

ra bir müddet halası Hz. Aişe (r.ah.)’nin yanın-

da kalmış, onun terbiyesi altında büyümüştür. O,

Peygamberimizin şu hadisini hayat düsturu ka-

bul etmiş, ilimle meşgul olmuş, ilim hazinesi ha-

line gelmiştir:

“Bir kimse, ilim elde

etmek arzusuyla bir

yola girerse, Allah o

kişiye cennetin yolu-

nu kolaylaştırır. Mu-

hakkak melekler yap-

tığından hoşnut oldukları

için ilim öğrenmek isteyen kim-

senin üzerine kanatlarını gererler.

Göklerde ve yerde bulunan-

lar, hatta suyun içinde-

ki balıklar bile âlim ki-

şiye Allah'tan mağfiret

dilerler.

Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer

yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki

âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygam-

berler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sa-

dece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse,

bol nasip ve kısmet almış olur.”3

Medineli meşhur yedi tâbiin fakihi arasın-

da yer alan Kâsım b. Muhammed (k.s.) Mescid-i

hazİnelerİİlİm

Kasım 201138 39

Nebevî’de ders halkası bulunan önemli âlimlerden

ilmi, edebi, irfanı ve ahlâkı yüksek şahsiyetlerden-

dir.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri il-

min ve âlimin önemine şöyle işaret buyurur:

“İman, yalnız insanın kendi nefsine fayda-

sı olan ve faydası başka kimselere tecavüz etme-

yen sıfat ve hikmetlerden ibaret olmayıp, böy-

le fayda ve menfaati başka kimselere de dokunan

içtimaî, ma’şerî sıfat ve hasletleri de câmidir. Din

âlimlerinin bildirdikleri veçhile imanın yetmiş bu

kadar şûbelerinden biri de ilm öğretmek ve öğren-

dikten sonra, ilmi neşretmektir ki, ilim içtimaî ve

ma’şerî bir sıfat ve haslet olduğu meydandadır.4

Pek âlâ bilirsiniz ki, vaktinde bakılmayan, iste-

diği tımarı ve suyu bulamayan bir tarlada, hasat

zamanı sahibine hasret ve nedametten başka bir

şey vermez. Bu nasıl böyle ise ilim, irfan nurlarıyla

yıkanıp parlatılmayan bir kalpte temizliğe, ibâdet

ve taata mahal olamaz, öyle bir kalpte ahlâkî fazi-

let meydana gelmez, gelse de uzun müddet yaşa-

maz. Hayatın esası su olduğu gibi, rûh-ı insanın,

beşerin hayatı, izzet ve şerefi, insanın kemâli, baş-

kalarından imtiyazı da ancak ilim iledir. Fertlerin

cemiyetlerin ilerlemesi ve yükselmesi ilm ile geri-

leyip düşmesi de cehl iledir.

Cehâlet yüzünden, nice aileler perişan olmuş,

ne kadar milletler dünya haritasından silinip git-

miştir. Dünyada ilimsiz hiçbir sahada ne ilerleme,

ne de yükselme olur. İnsanı bozan düşüncelerden

hurâfelere kapılmaktan alıkoyan, insan ruhunu

ihtiras ve helecan gibi fena hallerden koruyan, an-

cak ilimdir, ilme dayanan muhakeme ve düşün-

cedir.”5

“İlmi Gizlemek Helâl Değildir”

Kasım b. Muhammed hazretleri, ilmi gizleme-

nin helâl olmadığını söyler, sorulan sorularda bil-

mediklerini cevaplandırmaz, bir fikir beyan et-

tiğinde onun şahsî görüşü oluğunu ve mutlaka

hakkı yansıttığını ileri sürmediğini vurgulardı.6

Özellikle ehl-i re’ye, insanın Allah(c.c.)’ın farz-

larından habersiz yaşamasının bilmediği şeyleri

O’na ve Resûlüne nispet etmesinden daha hayır-

lı olduğunu söyleyerek indî fetva vermemeleri-

ni öğütlerdi.7 Fetvalarına bir örnek olarak kişinin

akıl ve ruh sağlığının temini ve yolculukta devele-

rin hızlandırılması gibi meşru amaçlarla musıkîyi

caiz görmesi zikredilebilir.8 Allah(c.c.)’ı gereğince

tanıyan kişinin bilmediği hususlarda ahkâm kes-

mektense cahil görünmesinin daha iyi olacağını

söylemektedir. Yine Medine valilerinden biri ken-

disini ziyarete gelip kendisinden nasihat etmesi-

ni istediğinde, ona; “Kişinin bildiğini ifade etmesi,

onun keremindendir.” hatırlatmasında bulun-

muştur.

İbn İshak değerlendirmede bulunarak der ki:

“Kâsım b. Muhammed, Sâlim daha büyük âlimdir,

diyerek yalan söylemedi. Ben ondan daha büyük

âlimim diyerek de nefsini temize çıkarmadı.”

İbn Maîn, Ubeydullah-Kâsım-Aişe ravi zinci-

rini “altın yaldızlı senet” şeklinde niteler. Müs-

lim b. Haccâc’ın çok önem verdiği Kâsım b.

Muhammed’e ait rivayetler Kütüb-i Sitte’de yer

almıştır.9

Âlimlerin ölüp gitmesiyle ilmin yok olmasın-

dan endişe eden Halife Ömer b. Abdilaziz, Me-

dine valisi Ebû Bekir b. Hazm’a bir ferman gön-

dererek başta teyzesi Amre bint Abdirrahman ve

Kâsım b. Muhammed’in rivayetleri olmak üzere

Peygamber Efendimizin hadislerini araştırıp yaz-

masını istemiştir. Bunun üzerine vali Ebû Bekir’in

rivayetleri derleyip halifeye gönderdiği belirtil-

mektedir.10

Bilmiyorum Demekten Çekinmezdi

Emevî döneminin karışık siyasî ve içtimaî orta-

mında yetişti. Yaşadığı dönem siyasî kargaşaların

alıp yürüdüğü, devlet adamlarının ve zenginlerin

dünyaya daldıkları bir dönemdi. Bu sebeple zâhid

âlimler Peygamber Efendimiz ve ashâbının sade

hayatlarına büyük bir özlem duyarlardı. Gözü

yaşlı bahtiyarlardandı. Ömer İbn Abdilaziz eğer

elimde olsa hilafeti Kâsım b. Muhammed’e bırak-

mak isterdim, derdi. Kendisine bilmediği konu-

larda sorulan sorulara bilmiyorum demekten çe-

kinmezdi. Çok üstüne gelenlere de şunu söylerdi:

“Kişinin, Allah (c.c)’ın kendisine farz kıldığı şey-

leri bildikten sonra cahil olarak yaşaması bilme-

diği şeyler hakkında söz söylemesinden daha iyi-

dir.” Bu veciz ifadeyle mütenasip olarak, ledünni

ilimden habersiz, bilmeyen ve güzelliklerin farkı-

na varmayan birinin daha çok inkâra düşmeme-

si için kendi noksanını bilmenin âriflik olduğunu

Hulûsi Efendi bir beytinde bizlere şöyle hatırlatır:

Bilmedinse hatt u hâli zülfünün sırrın eğer

Cehlini bil eyleme inkâr inkâr üstüne11

Ömrünün son üç yılında gözleri görmeyen

Kâsım b. Muhammed, yetmiş veya yetmiş iki ya-

şında iken bir hac ya da umre yolculuğu sırasında

Kudeyd mevkiinde vefat etti ve Müşellel’de def-

nedildi.12 Ölüm tarihi ile ilgili olarak 101/719, ila

112/730 yılları verilmektedir.

Kâsım b. Muhammed uzunca boylu, esmer

tenli idi. Sakalının iki tarafı seyrek idi. Gözleri si-

yahtı. Gözlerinin yaşı durmaz akardı. Allah (c.c)

korkusundan daima boynu bükük dururdu. Al-

nında secde alameti bir nur vardı.13Es-Seyyid H.

Hamidettin Ateş Efendi’nin ilimle ilgili şu kelâmı

kibarlarını naklederek yazımızı bağlayalım:

“Allah adına okuyan ilmin zevkine erer, sevaba

ulaşır. Allah adına yapılmayan bir işin onun ka-

tında hiçbir değeri yoktur. Dinimizde okumanın

öğrenip bilgi edinmenin yeri zamanı ve cinsiyeti

yoktur. İlim Müslüman’ın yitik malıdır. Onu nere-

de bulursa alır. Bu noktadan hareket eden ataları-

mız insanlığa ölmez abideler bırakmışlardır. Pey-

gamber Efendimiz: “Kim ilim tahsil etmek için

bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu

kolaylaştırır.”14 buyurmuştur. Öyle ise İslâm’ın

bu sesine kulak verelim. Dinimizi ve dünyamızı

mamur edecek ilimleri öğrenmede yarış edelim.”15

1 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 80.

2 Şakir Mustafa, et-Târihu’l-Arabî vel-Müerrihûn dirâsetün fî tetavvuri ılmi’t-tarih ve marifeti ricâlihi fi’l-İslâm, Dâru’l-Ilm, Beyrut 1978, c. I, s. 154; Bkz: Özköse Kadir-Şimşek Halil İb-rahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay. Ank. 2009, s. 71.

3 Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.4 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi,

Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasi-hat Yay., İstanbul, 2006, s. 23

5 Ateş, Hutbeler, s. 141-142.6 Ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. V, s. 57.7 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru

Sadr, Beyrut, ts., c. V, s. 188.

8 Cengiz Kallek, “Kâsım b. Muham-med b. Ebî Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2001, c. XXIV, s. 545.

9 Kallek, “Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekir”, DİA, c. XXIV, s. 545.

10 Şihabuddin Ebü’l-Fazl Ahmed b. Ali İbn Hâcer el-Askalânî, Tehzîbü’t-tehzîb, Tahk.: Mustafa Abdülkadir Atâ, Dâru’l-Kutübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1994, c. VIII, s. 291.

11 Ateş, Dîvân, s. 245.12 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. V, s.

194. 13 El-Hânî, Âdâb, s. 40.14 Müslim, Zikr 39. Ayrıca bk. Buhârî,

İlim 10;15 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivin-

den, (19.09.1986)

Dipnot

41Kasım 201140

DenemeMehmet SERTPOLAT

İlk çocukluk yıllarımdan

itibaren en çok merak

ettiğim insan O’ydu. Me-

rak ettikçe okudum hayatını. İl-

ginçtir, okudukça merakım daha

da arttı. O, Arabistan çöllerin-

den dünyayı aydınlatmaya baş-

layan bir ışıktı! Ben ise O’nun

etrafında pervane olmak istiyor-

dum. Bu yüzden benim için yıl-

larca yürek yangını oldu. Uzun

yıllar böyle geçti. Her okumay-

la biraz daha artıyordu O’na olan

hayranlık ve hasretim. Bu böy-

le uzaktan uzağa olmayacaktı.

Bir gün O’na ve kutlu izine ula-

şabilmek için yola çıkmalıydım.

Senelerdir her köşesinde kutlu

bir hatırası olan o beldeleri gez-

meyi istiyordum. İzinin tozuna

Yûnus’ça yüz sürmekti amacım.

Aradan çok zaman geçmişti.

Bazı izlerinin kaybolmuş olabi-

leceğini tahmin edebiliyordum.

Ama zihin haritamda yer etmiş

pek çok köşe taşının hala O’nun

hatırasını koruduğunu düşünü-

yordum. Koruduğunu düşün-

müyor, aslında koruması gerek-

tiğine inanıyordum Ne de olsa O

âlemlere rahmet olarak gönderi-

len kutlu bir elçi değil miydi?

Yıllardır özlemiyle yandığım

ve büyük bir aşkla yönelip var-

mak istediğim Mekke’deydim.

Rüya mı görüyordum? Zihnim

bana oyunlar mı kurguluyor-

du anlayamıyordum. Seneler-

dir hayallerimi süsleyen Mek-

ke’deydim! Evet, evet burası

Mekke’ydi! Ama O Mekke’de

yoktu! Önce yetim, sonra ök-

süz büyüdüğü Mekke sokakla-

rı O’ndan bir işaret taşımıyor

gibiydi! Sanki O verildiği sütan-

nesi Halime’nin köyünden hiç

Mekke’ye dönmemiş gibi orta-

larda yoktu!

Atası İbrahim (a.s) in diktiği

Kâbe dimdik ortada ve mümin-

ler onu tavaf ediyorken, O neden

yoktu Mekke’de? Yoksa Hıra’da

yine inzivaya mı çekilmişti?

Cibril-i Emin ile karşılaştığı o

Hıra Mağarasından titreyerek

döndüğünde, Hatice validemize:

“Üstümü örtün, Üstümü örtün!”

dediği günkü o ev şimdi nerede?

“Ey örtüsüne bürünen” diye

ilahi vahye muhatap olmaya baş-

ladığı o ev, o evin sokağı ve o şe-

hir şimdi nerede? İlk inananların

toplandığı Erkam’ın evi ne tara-

fa düşüyordu? İslam’ı tebliğ et-

meye başladığında üzerine hay-

van leşi ve diken atılan o günkü

sokakların, en azından bir kroki-

si kalmış mıdır şimdi?Ne hüzün!

Eşinin ve amcasının vefat etti-

ği yıla “Hüzün Senesi” demişler-

di. Sonra aralarında imana gelen

olur mu diye Taif’e gidip tebliğde

bulunmuştu. Taif’e Mekke’nin

hangi yolundan, nasıl gitmiş-

ti? Taşa tutulup geri döndüğün-

de, ne taraftan şehre girmişti?

O gün çok acı çekiyordu! Acı-

sı taşlanmadan dolayı değil, Ta-

iflilerin imana yanaşmamış ol-

malarındandı. O’nun acısını

benliğimde hissederek, görmüş

olabilirler diye, Taif yolu boyun-

ca sıralanmış taşlara, kumlara

O’nu sormak istedim. Her taraf

asfaltlanmış olduğu için muha-

tap bulamıyordum. Dökülen as-

falt ise O’nu göremeyecek kadar

yeniydi!

Sonra Hıra Mağarasına çık-

tım.Hani Rabbi ile baş başa kal-

mak için gidip günlerce kaldığı

ve “İkra…” ile başlayan ayetler-

le taltif edildiği Hıra’ya!...Yollara

taş ve beton döşenmiş, sarplığı,

doğallığı kısmen değiştirilmişti.

YOLUNDAO’NUN

43Kasım 201142

O’nun mübarek ayaklarının değ-

diği zemini –hacılara kolaylaş-

tırmak adına – o zemindeki O’na

ait muhtemel izleri kaybedenler,

bir de ellerinde harç malalarıyla

para yardımı talep etmezler mi?

Efendimizin affına sığınarak,

içimden “İz düşmanları!” diye

haykırmak geldi. Ancak niyet-

lerinin halis olduğunu düşüne-

rek acı acı tebessüm ettim onla-

rın haline! İngilizce olarak birine

nereli olduğunu sordum, biraz

da utanarak. “Bangladeş” dedi.

Yola devam ettim. Çıkarken sü-

rekli salâvat getiriyor ve yüzler-

ce- binlerce insanın iniş ve çı-

kışlarının silüetini görüyordum

sadece. Bir hayal gibi geliyordu

her şey! Bir grup genç Türk ha-

cısı zirveye yakın bir yerde mola

vermiş ve ilahi okuyorlardı. Çok

hoşuma gitti. Soluklanıp kulak

verdim: “Sevdim seni mabudum

ah canan diye sevdim” diye de-

vam ediyordu. Dinledim… Din-

ledim… Bitince, Efendimizi

görebildiniz mi, mağarada inzi-

vada mıydı, diye sordum. Öyle-

ce baktılar yüzüme. Hüzünle tır-

manmaya devam ettim.

Zirvedeydim. Allah’a şükür,

mağarası Hıra, olduğu gibi duru-

yordu. Kokladım, gül kokuyor-

du, ama O yine yoktu! Oradan

gözlediği, bakarken; tevhidin

sembolü olduğu için seyrine do-

yamadığı Kâbe’ye nazar ettim.

Ama kralın sarayı ve başka yük-

sek binalar boğmuştu Kâbe’nin

görüntüsünü! Bu yüzden O’nun

buradan bakıp gördüğü gibi gö-

remedim Harem-i Şerifi. Ya şim-

di O de nazar etmeye gelseydi,

ne yapardı? O sarayları, Kâbe’ye

enginlik hissi veren yüksek bina-

ları, Hiltonları… Derhal yıktırır

mıydı diye kendi kendime hayıf-

landım.

Sevgili Efendimizin hicre-

te zorlandığında, ayette “İki-

nin ikincisi” diye onurlandırı-

lan Hz. Ebubekir ile iltica ettiği

Sevr mağarasına yöneldim. O’nu

aradım! O’nu ve izini! Güvercin-

ler uçmuş, mucize örümcek ora-

dan ayrılmıştı! O ve ikincisi olan

“Sıddıyk” yoklardı orada! Yok-

lardı, ama yine gül kokuyordu!

Efendimiz zaten güllerin efendi-

si değil miydi?

O’nu ve izini aramak için, ye-

niden düştüm yollara!.. Yok!...

Yok!... Yoktu Efendimiz! San-

ki Mekke yarılmışta O içi-

ne girmişti! Yalnız böyle olsay-

dı, Cennetü’l Mualla’da, biricik

eşi Hz. Hatice validemizin kab-

ri yanında olması gerekmez

miydi? O’nu hiçbir yerde göre-

meyince, Hz. Ebubekir’i hatırla-

dım. Hani gecenin bir kısmında

Efendimizin Burak ile Mescidi

Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya,

oradan da Sidretü’l Münteha’ya,

yani Mirac’a gidişini duyduğun-

da, inanamayıp alay eden müş-

riklere “O söylemişse doğrudur.”

diyen Sıddîk arkadaşı, kayın pe-

deri ve hastalandığında, cema-

ata namazı kıldırması talima-

tını verdiği, yegâne halifesi Hz.

Ebubekir’i aradı orada gözlerim!

Nafile O da yoktu! Tıpkı Efendi-

miz gibi.

Zaman hac mevsimiydi ve

hac ibadeti henüz bitmişti. Mes-

cidi Haram’ın varlığına rağmen,

Mekke bana dar gelmeye başla-

mıştı! Çünkü Mekke’de Efendi-

miz yoktu! “Gökteki yıldızlar gi-

bidir.” dediği ashabının çoğu da

yoktu Mekke’de! Sonra sünneti-

ne uyarak, Medine’ye yöneldim.

Yol hicret yoluydu. Ancak o yol

değildi. Her taraf otoban olmuş-

tu. Ben de, yol boyu devam eden,

el ve makine değmemiş tepelere

bakarak, en azından Rasulullah’ı

devesinin üstünde bunlar gör-

müşlerdir diye gıpta ile izliyor-

dum etrafı. Ama nafile ne iz, ne

işaret? Medine’ye iyice yakla-

şıyorduk. Hani o “Ensar” diye

Kur’an da övülmüşler yurduna!

Kuba’da ilk Cuma Namazını kıl-

dırdığı mescid civarında izleri-

ni aramaya devam ettim Efen-

dimizin, yine yoktu! Sanki çöl

yutmuştu ilk mescidi. Yerine ha-

tırasına başka ve büyük bir mes-

cid yapmışlardı. Yer kaybolma-

mıştı, ama O yine yoktu! Verdiği

ve hadis kitaplarında yer alan o

ilk Cuma hutbesini hatırladım.

Sonra neden Cuma Namazını,

Mekke zulmünden kurtuluncaya

kadar kılmadığını-kılamadığını

yüreğimde hissederek gözlerim

doldu. Burada da duramazdım,

çünkü Efendimiz burada da yok-

tu! Hedef Medine idi. “Üzerimi-

ze ay doğdu Veda Tepelerinin

üstünden…” diyerek Peygam-

berimizin, yani O’nun gelişini

kutlayan Medine. İlkin, üzeri-

ne ay doğan Ensar Medinelile-

ri aradım Medine’de! Üzerlerine

doğan ay ve yıldızların tümü-

nü göstersinler diye. Akabe’de

Peygambere, Mekke müşrikle-

rine karşı, kendi can, namus ve

mallarını korur gibi koruyacak-

larına dair beyat veren Medine-

lileri! Uhud’da, mübarek dişi-

nin kırıldığında, “Muhammed

öldü!” diye sevinç çığlıkları atan

Mekke müşriklerine, ağlayarak

ve etrafında etten bir duvar öre-

rek “Muhammed ölmedi, O ya-

şıyor!” diye can siperane bağırıp

savaşan Medinelileri!

Veda Haccı’nda, Arafat

Meydanı’nda, “Bu gün üzerini-

ze nimetimi tamamladım ve din

olarak İslâm’ı seçtim.” ayetini

okuduğunda, artık iki cihan ser-

verinin vefatının yaklaştığını an-

layıp, sicim gibi gözyaşı döken

Medinelileri! Yani Ensar ve on-

lara katılan Muhacir Medinelile-

ri aradım Medine sokaklarında!

O Medineliler yoktu! Bambaşka

Medineliler vardı Medine sokak-

larında! Aradığım Medinelile-

ri Cennetü’l Baki Mezarlığı’nda

buldum. Hepsi de cennetten bi-

rer bahçe olan, üzeri kaybol-

muş mezarlarında yatıyorlar-

dı. Bir bir hatıraları canlandı ve

Hayatü’s-sahabe bir film şeridi

gibi geçti gözlerimin önünden!

İzlerini ararken kendi mescidin-

de buldum O kutlu elçiyi. Yanın-

da Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer.

Efendimiz, yattığı yerden san-

ki onlara bir şeyler fısıldıyordu.

“Beni vefatımdan sonra ziyaret

edenlerin salât ve selamları, tıp-

kı sağlığımda ki gibi bana bildi-

rilir.” buyurduğunu hatırladım

ve sevinçle, herhalde biz ümme-

tinin salât ve selamına mukabe-

lede bulunuyordur diye bir iç ge-

çirdim! Sonra daha bir aşk ve

şevkle selam verdim ve salâvat

getirdim! Beni de, ümmeti ara-

sına alır ümidiyle! Mahşer günü

hatırlar da şefaat etmek için rab-

bimize vesile olmaya çalışır diye.

Ben, Efendimizi göremiyordum,

ama biliyordum ki benden ha-

berdardı! Selamım O’na iletili-

yordu! Bu benim için ne büyük

bir bahtiyarlıktı Allah’ım! Rab-

bim sana şükürler olsun!

Yolculuğum boyunca, rahmet

peygamberinin tarihi izleri üze-

rine şöyle bir intiba edinmiştim:

O’nun Mekke ve Medine’de-

ki izlerinin çoğu kaybolmuştu ne

yazık ki. En büyük tesellim ise,

Medine’deki Mescid-i Nebevî

ve Raşit Halifelerinin kabirle-

rinin var olmasıydı. Çünkü O

aydı! Cennetü’l Baki de, ayın et-

rafındaki yıldızlar kümesi gibi

Mescid-i Nebevî’yi kuşatıyor-

du. Ancak, çöl kumlarının üzeri-

ne kurulan Arap Medeniyeti’nin

yeni binaları sanki Efendimi-

zin tüm izlerini yok etmek için

kurulmuştu! Bunu bir türlü içi-

me sindiremiyordum! Ne gelir-

di ki elden! Ama olsun, Mescid-i

Nebevî vardı ya! Medine’ye do-

ğan ay olarak O vardı ya! Yanın-

da Cennetü’l Baki ve yıldızları

olarak ashabı vardı ya!

Gönüller sultanının çoğu iz-

leri kaybolmuştu hüzünlendim!

Ancak ümmetinin salât ve sela-

mından haberdar edilen gülle-

rin efendisi ve Hatemü’l Enbiya

olarak O âlemlere rahmet pey-

gamberini buldum ya! Şükür-

ler olsun Mevla’ya! Medine biraz

daha büyüdü gözlerimde! Ülke-

me dönerken buruk bir sevinç

vardı içimde.

45Kasım 201144

Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul

Kur’ân-ı Kerim’de Hz.

Eyyûb (a.s) hakkında hastalığın

ve Allah’ın lütfuyla şifa bulma-

sı hakkında bilgiler verilmiştir.

Burada, önceki bilgilere ilâve

olarak, onun yakalandığı dert-

ten nasıl kurtulduğuna, malına

mülküne yeniden kavuştuğuna,

engin sabrına ve hanımıyla ilgi-

li bir duruma işaret edilmiş; ay-

rıca onun Allah’a yönelen çok

güzel bir kul olduğu belirtilmiş-

tir:

“Ey Muham-

med! Kulumuz

Eyyûb’u hatırla!

Hani bir zaman o,

Rabbine, ‘Gerçek-

ten şeytan bana

meşakkat ve ıs-

tırap dokundur-

du!’ diye nida

etmişti, ona, ‘Aya-

ğını yere vur! İşte

sana, yıkanılacak ve içilecek

soğuk bir su!’ dedik. Nezdimiz-

den bir rahmet ve akıl sahiple-

rine bir öğüt olmak üzere biz,

ona aile fertlerini ve önceki

mal-mülkünü bahşettik, bir o

kadar da artırdık.”

Kavmine peygamber olarak

görevlendirilen Hz. Eyyûb (a.s),

tefsirlerde ve diğer kaynaklar-

da anlatıldığına göre büyük bir

zengindi. Geniş topraklar, bağ-

lar, bahçeler ve kalabalık sürü-

ler sahibiydi. Son derece sağ-

lıklı bir bünyeye sahip olup çok

sayıda çocuğu vardı. Ömrünün

bolluk ve sağlık içinde geçirdi-

ği yıllarında, varlıklı ve sağlıklı

bir kulun yapabileceği en güzel

kulluk şeklini göstermişti. Son

derece muttakî, Allah’ın verdi-

ği nimetlere şükreden ve muh-

taçlara yardımcı olan bir kul

olmuştu. Dünya malı hiçbir şe-

kilde onu tuzağına düşüreme-

mişti. Bunlarla alâkalı olma-

lı ki, Yüce Allah, onu kendisine

bol bol verdiği bu nimetlerle,

çocuklarının çokluğu ve bede-

ninin sıhhatiyle imtihan etmek

istedi. Onu malını mülkünü

ve ardından yakınlarını elin-

den almakla imtihan etti. Bü-

tün mal varlığını ve çocuklarını

kaybeden Hz. Eyyûb (a.s), aynı

zamanda ağır bir hastalığa ya-

kalandı. Bu durumda ise o, has-

ta ve muhtaç sâlih kullar için

örnek bir hayat yaşadı. Başına

gelen bu sıkıntılara karşı sabır

zırhına bürünerek Allah’a ham-

dine ve yoğun ibâdetine devam

etti. Asla kırgınlık göstermedi,

büyük bir tevekkülle Allah’tan

gelen her şeye razı olduğunu

gösterebilmek için elinden ge-

leni yaptı. Bolluk zamanında

olduğu gibi, darlık hallerinde

nasıl olunması gerektiği husu-

sunda sâlih kullar için güzel bir

örnek oldu.

Hatta neticede,

Allahu Teâlâ tara-

fından “sabırlı, güzel

bir kul olarak tanıtıl-

ma” yanında, sabır-

lı kişiler hakkında en

önemli örnek hâline

geldi. Rivayete göre

sâliha bir hatun olan

hanımı da, bolluk-

ta ve darlıkta ondan

farksızdı. Nimetlere

şükretmesini bilen bu bahtiyar

kadın, sıkıntı ve ağır hastalık

günlerinde, kocasını terk etme-

di, onu yalnız bırakmamak için

elinden geleni yaptı ve her tür-

lü hizmetini yürütmeye çalıştı.

Eyyûb-ı pür-derddir gönül

Ya’kûb-ı firkatdir gönül

Yûsuf-ı hasretdir gönül

Ey yâr-ı gâr gelmez misin? 2

“Allahu Teâlâ tarafından “sabırlı, güzel bir kul olarak tanıtılma” yanında, sabırlı

kişiler hakkında en önemli örnek hâline geldi. Rivayete göre sâliha bir hatun olan

hanımı da, bollukta ve darlıkta ondan farksızdı.”

DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE

HZ.EYYÛB(A.S.)

Eyyûb-ı pür-derddir gönül

Ya’kûb-ı firkatdir gönül…KültürResul KESENCELİ

Bekir SARI

Kasım 201146 47

“Gönlüm Eyyûb Peygambe-

rin tüm dertleri sıkıntıları ve

çileleri ile dertlenmiştir. Ya-

kup Peygamberin ayrılık ıstıra-

bı içerisindedir. Yûsuf Peygam-

berin ise hasret ayrılık çilesini

çekmektedir. Ey çok vefalı dost

nerelerdesin, gelmiyor musun,

gelsen de bu dertlerim, çilele-

rim sona erse. Bu dertlerimin

sona ermesi senin gelmene bağ-

lı.”( Yâr-ı Gâr: Vefalı sadık dost,

hicret sırasında Hz. Peygambe-

re (s.a.v) mağarada arkadaşlık

yapan Hz. Ebu Bekir (r.a), iki-

nin ikincisi.)

Aynı zamanda yukarıdaki

dörtlükte bazı peygamber isim-

leri geçmekte (Eyyûb, Ya’kûb,

Yûsuf Peygamberler) ve Yâr-ı

Gâr ifadesiyle de Hz. Peygam-

ber (s.a.v) ve Hz. Ebu Bekir ifa-

de edilmektedir.

Şeytanın Vesvesesi

Müfessirler, son âyette, Hz.

Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı sırasın-

da duyduğu meşakkat ve acıyı,

şeytana nispet etmesinin yanlış

anlaşılabileceğini düşünerek, bu

işin hakikatini şöyle açıklamış-

lardır; Hz. Eyyûb (a.s), «Ger-

çekten şeytan bana meşakkat

ve ıstırap dokundurdu!» der-

ken, şeytanın insanlar üzerin-

de hastalık ve sıkıntı meydana

getirdiğini veya onun böyle bir

güce sahip olduğunu kastetme-

miştir. Zâten şeytanın böyle bir

gücü de yoktur. Çünkü böyle bir

güce sahip olması durumunda

insanların onun kötülüklerin-

den kurtulmaları mümkün ola-

mazdı. Şeytanın insanlar üze-

rindeki yetkisi, vesvese vermek

suretiyle onları etkilemesinden

ibarettir. Hz. Eyyûb (a.s)’ın kas-

tettiği de işte bu vesvesedir. Şey-

tanın Hz. Eyyûb (a.s)’a verdiği

vesvesenin keyfiyeti hakkında

ise farklı açıklamalar yapılmış-

tır. Bu hususta söylenenler özet-

le şöyledir:

Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalı-

ğı şiddetlenince, ona gelen şey-

tan, önceden sahip olduğu ni-

metleri ve o andaki hastalığını

hatırlatarak, onu rahatsız etme-

ye çalışırdı. Veya vesvese sure-

tiyle gelir, sıhhat bulamayaca-

ğından bahsederek onun zihnini

karıştırırdı. Yahut eşine, “Kocan

bana itaat ederse, hastalığını

gideririm.” der, bunun üzerine

eşi, şeytanın sözlerini aktararak

Eyyûb’ u rahatsız ederdi. Bu yol-

lardan hangisiyle olursa olsun,

onun vesvesesi kendisini rahat-

sız ettiğinden, Hz. Eyyûb (a.s),

onun şerrinden kurtulmak için

Allah’a duâ etmiştir.

Şifa Bulması

Kur’ân-ı Kerim’de açıkla-

nan diğer bir husus, Hz. Eyyûb

(a.s)’ın şifa bulmak için yap-

tığı duânın Allahu Teâlâ tara-

fından kabul edilmesi ve has-

talıktan kurtulması için ne

yapması gerektiğinin bildirilme-

sidir. Cenab-ı Hak, ona “Ayağını

yere vur! İşte sana, yıkanılacak

ve içilecek soğuk bir su!” buyu-

rarak hastalığından nasıl kurtu-

lacağını açıklamış, bunun üze-

rine ayağını yere vurduğunda,

oradan soğuk bir su fışkırmış ve

Hz. Eyyûb (a.s), o sudan içip ar-

dından banyo yapınca şifa bul-

muştur.

Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalı-

ğı, Enes b. Mâlik’ten nakledilen

bir hadise göre on sekiz yıl de-

vam etmiştir. Bu hastalığın yedi

veya üç yıl sürdüğünü bildiren

rivayetler de vardır. Bir hadiste

de Hz. Eyyûb (a.s)’ın bu hasta-

lığa bir çarşamba günü yakalan-

dığı ve bir salı günü kurtulduğu

belirtilmiştir.

Eyyûb misâli sabrı kâmil

Eyledi bu visâle seni nâil3

“Hz. Eyyûb (a.s) gibi her çi-

leye, sıkıntıya, belaya tam ola-

rak boyun eğer sabır gösterirsen

O sevgili seni muradına kavuş-

turur, eriştirir. / O zaman vuslat

hâsıl olur.”

Yüz Değnek Meselesi

Âyetteki “Biz, Eyyûb’a, ‘Eli-

ne bir demet sap alıp onun-

la hanımına vur, yeminini

bozma!’demiştik. Gerçekten biz,

onu sabırlı bulmuştuk. O, ne

güzel kuldu! Daima Allah'a yö-

nelirdi.”4 ibaresiyle işaret edi-

len hususa gelince, Fahreddin

Râzî ve Beyzâvî’nin naklettikle-

rine göre, hastalığı günlerinde,

eşi bir ihtiyaç için gittiğinde geç

gelmiş, bu duruma öfkelenen

Hz. Eyyûb (a.s), “Hastalığım-

dan kurtulursam sana yüz değ-

nek vurayım!” diye yemin etmiş-

ti. Cenab-ı Hak, onun yeminini

yerine getirmesi için bir kolay-

lık gösterdi. Çöplerden bir de-

met yaparak bir defa vurmasıyla

yemininin yerine geleceğini bil-

dirdi.

Başka bir rivayete göre

ise, hastalığı arttığında ha-

nımı, “Sen duası makbul bir

adamsın, dua et de Allah şifa-

nı versin!”deyince, “Biz yetmiş

yıl nimetler içinde yüzdük, yet-

miş yıl da belâ ve sıkıntıya sab-

redelim! Allah bana şifa verirse

sana yüz sopa vuracağım.” diye

yemin etmiştir. Elmalılı, bu

konu hakkında şöyle demiştir:

“Deniliyor ki, Hz. Eyyûb (a.s),

bir hâdise dolayısıyla eşine yüz

değnek vurmaya yemin etmişti.

Böylece bir demet yaparak vur-

makla yeminin yerine geleceği

kendisine ruhsat olarak göste-

rilmiş, şer’î ceza ve yeminlerde

bu “Eyyûb ruhsatı” adıyla bakî

kalmıştır. Âyette ne demeti ol-

duğu açıkça belirtilmediği için,

daha geniş mânâlara ihtimali

vardır.

Kendisine Yeniden Çocuk ve Mal

Verilmesi

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb

(a.s)’m isminin zikredildiği En-

biya Sûresinde Cenab-ı Hak,

bazı peygamberlerine verdiği

imkânlar ve onlara yaptığı yar-

dımlardan bahsederken, Hz.

Eyyûb (a.s)’in yakalanmış oldu-

ğu hastalıktan kurtulmak için

yaptığı duaya da işaret etmiş ve

onun bu duasını kabul ettiğini,

ona şifa ile birlikte yeniden evlât

ve bol miktarda mal verdiğini

açıklamıştır. Ayrıca onun bu du-

rumunu, musibetlere mâruz ka-

lan mü’minlerin, bu belâların gi-

derilmesini Allah’tan istemeleri

ve ihlâsla O’na sığınmaları hu-

susunda örnek göstermiştir:

“Eyyûb’u da hatırla! O, bir

zaman Rabbine, ‘Doğrusu ben

bir hastalığa yakalandım. Sen,

merhametlilerin en merhamet-

lisisin, bana merhamet et!’ diye

duâ etmişti. Bunun üzerine du-

asını kabul ettik ve onu yaka-

landığı dertten kurtardık.” 5

Kur’ân-ı Kerim, Allahu

Teâlâ’nın, duasını kabul ederek

sağlığına tekrar kavuşturduğu

Hz. Eyyûb (a.s)’a, önceden oldu-

ğu gibi, çok sayıda çocuk ve bü-

yük bir servet bahşettiğini, hatta

önceki servetini ikiye katladığını

da haber vermiştir.

1 38/Sâd, 41-442 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hûlusi-i

Darendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s, 144.

3 Ateş, Divân, s, 323.4 38/Sâd, 41-445 21/Enbiya, 83-84.

Dipnot

49Kasım 201148

Mutlu insan ken-

di hayatını ya-

şayabilendir.

Elindeki nimetlere şükretme-

sini bilen, başkalarını kendisi-

ne ölçü almayandır. Kendisin-

den daha iyi durumda olanlara

haset etmeyen, başkaları bir

musibete uğradığında bundan

keyif almayandır. Allah’ın her-

kese ihsanda bulunmasını ta-

lep eden, başkaları için her za-

man iyilik düşünendir. Velhasıl

iyi kalplidir.

Başkalarını kendisine ölçü

alan, onların elde ettiklerini

elde etmeye çalışan, kıskanan

ve haset eden, hep bende olsun

başkalarında olmasın diyenle-

re gelince… İşte bunlar haya-

tı kendilerine zehir edenlerdir.

Diğer insanların başarıları-

nı hazmedemeyenlerdir. Kendi

hayatlarını yaşayamayanlardır.

Böylesi insanlara baktığımızda

şöyle bir tabloyla karşılaşırız:

Kendi Başarılarından Haz Almaz

İnsan sürekli olarak etrafın-

daki kişileri takip ettiğinde ken-

di başarılarından keyif almaz.

Çünkü her zaman açtır. Müthiş

bir doyumsuzluk içindedir. Ka-

naat duygusu körelmiştir. İçin-

de bulunduğu nimetlere, elde

ettiklerine şükretmez. Pek çok

insanın onun sahip oldukla-

rından yoksun olduğunu aklı-

na getirmez. Hep daha fazlasını

ister. Çünkü gözü başkalarında

olduğundan kendi kazandıkla-

rı ona yetmez. Etrafındaki ki-

şilerin kazandıklarını da elde

etmek ister. Her zaman en ço-

ğunu kendisinin elde etmesi-

ni arzular. Elindekileri başkala-

rıyla kıyasladığından elde ettiği

gözünü doyurmaz. Hele başka-

sı da onun gibi bir başarı elde

etmişse kendi başarısı hiç gözü-

ne gelmez. Hatta kendi başarı

ona elem bile verir. Neden daha

fazla kazanamadım diye hayıf-

lanır.

Mutsuzdur

Başkalarını takip eden in-

san hırsından ve tamahından

ötürü her zaman huzursuzdur.

Gülerken bile mutsuzdur. Zih-

ni birilerinde olduğundan hiç-

bir şey onu gerçek anlamda ke-

yiflendirmez. Mutsuzluğunu

evine de taşır. Başını yastığa

koyduğunda rahat uyuyamaz.

Sürekli planlar yapar. Gecele-

ri kâbuslar görür, sayıklar. Sil-

kinerek yataktan fırladığı çok

olur. Sabahleyin çoğu kez yor-

gun olarak kalkar.

Böylesi insanların en mut-

suz oldukları an kendilerini kı-

yasladıkları kişileri gördükle-

ri anlardır. İşte o anda normal

düşünme duygularını kaybe-

derler. Moralleri tamamen bo-

zulur. Kıskandığı kişi aynı iş

yerinde onun önündeyse, ona

daha çok değer veriliyorsa,

daha başarılıysa bunu asla haz-

zedemez. Onun başarıları veya

kazandığı itibar bir ok gibi yü-

reğine saplanır. Aynı havayı te-

neffüs ettiği ortam dünyada ya-

şadığı cehennem gibidir. Bu

yüzden haset ettiği kişiyi gö-

zünün görmemesi için çırpınır

durur.

Her Zaman Düşüncelidir

Haset ediciler zihinleri sü-

rekli meşgul olduğundan dola-

yı her zaman dalgındırlar. Hırs

ve aç gözlülük, başkalarının

önünü kesme düşüncesi onla-

rı hâkimiyeti altına aldığından

KültürEnbiya YILDIRIM*

EDEREK YAŞAMAK?

HASETEDEREK YAŞAMAK?

HASET “Bu insanların nazarlarından korunmak için

görüşmeyi olabildiğince azaltmak ve onunla

konuşurken mevzuyu sizin üzerinizden başka

alanlara çekerek dikkatini dağıtmak son derece

yararlı olacaktır. İlgili âyetleri okuyarak dua

etmek de son derece faydalıdır.“

51Kasım 201150

kendilerini bu düşüncelerden

kurtaramazlar. Hem önlerinde-

ki işe hem de haset ettikleri ki-

şiye odaklandıklarından dolayı

bedenleri iki ağır düşünceyi aynı

anda taşıyamaz ve bunu dışarı

yansıtırlar. Sizinle konuşurken

dalıp giderler. Sanki dünyanın

tüm sorunlarını çözme göre-

vi kendisine verilmiş gibidirler.

O yüzden de onlarla oturup ko-

nuşmaktan hoşnut olmazsınız.

Ağzınızın tadıyla bir sohbet ede-

mezsiniz. Bedenen yanınızda ol-

masına rağmen aklı başka alan-

larda gezindiğinden dolayı bir

konuşmayı doğru düzgün ta-

mamlayamazsınız.

Sizinle konuşur görünmesi

canınızı sıkar ve bir an önce ya-

nından kalkmak istersiniz.

Kalbi Yorgundur

İnsanların genç yaşlarda çe-

şitli hastalıklara mübtelâ olma-

larının veya kalp krizi geçirerek

vefat etmelerinin pek çok nede-

ni vardır. Ancak stres insan öm-

rünü yiyip bitiren hususların ba-

şında gelmektedir. Başkalarının

hayatını ve elde ettiklerini ken-

disine ölçü alan kişi, kalbine bu

şekilde dayanamayacağı kadar

yük yüklemiştir. Bedenine mer-

hameti olmayan biridir, kalbi-

nin düşmanıdır. Etrafına o ka-

dar çok odaklanmıştır ki, kalbi

sıkıntı üstüne sıkıntı, acı üstü-

ne acı yüklenir. Bazı zamanlar

üzerine olan baskı o kadar faz-

la olur ki, rahatsızlıklar başlar.

Sahibinin kendisini düzeltmesi

için düzensiz çarpıntılar sergi-

ler. Bazen uyarının dozunu artı-

rarak krize girer. Uyarıları an-

layacak kadar izan sahibi olan

kişi kendisini bundan sonra top-

lar ama hâlâ durumunun farkın-

da olmayan için yapacak bir şey

yoktur. Çok kısa bir süre vücu-

dunu yere serecek kuvvetli bir

krizle dünyası değişiverir.

Buradan şunu anlıyoruz:

Haset eden kişi en büyük zara-

rı kendisine vermektedir. Bü-

yük ihtimalle haset ettiği kişinin

onun bu düşüncelerinden habe-

ri bile yoktur, varsa da umursa-

maz. Ama bir insanı kendisi için

problem edinmiş olan insan bu

problemi sürekli olarak içinde

taşıdığı için acısını her zaman

kendisi çeker. Ne acıdır, tamah

ettiği kişi hayatını yaşarken, o

beri tarafta hayatı kendisine ze-

hir etmekle meşguldür. Dolayı-

sıyla hasetten en büyük darbeyi

her zaman için hasetçi yer.

Harama Helale Dikkat Etmez

Başkalarının başarısını çe-

kemeyen ve onların elde ettik-

lerinden daha fazlasına sahip

olmak isteyen insanda haram

helal titizliği zayıflar ve bir müd-

det sonra kaybolur. Gözünü bü-

rüyen hırs Allah korkusunu geri

plana iter. Bütün hedefi elde et-

mek istediğini kapmak, kaybet-

mesini istediği kişinin zarar et-

mesini sağlamak olduğundan

artık önünde helal haram diye

bir çizgi kalmaz. Amaçlarını ger-

çekleştirmek için her türlü yolu

denemeye başlar. Haset ettiği

kişinin ardından onu küçültücü,

tahkir edici, alay edici konuşma-

lar yapmak vazgeçemeyeceği bir

huy olur. Bundan hırs dolu bir

zevk alır. Bunun yanında yarış-

tığı kişinin önüne çeşitli engel-

ler çıkarmak için çabalar. Bütün

çabalarına rağmen başarılı ola-

mazsa iftira atmak da dâhil ol-

mak üzere her yolu dener. Hat-

ta fırsatını bulursa bizzat onun

bedenine veya malına zarar ver-

mek için vesileler kollar. Bir

kere gözünü hırs bürümüştür.

Hedefine erişmeden onu durdu-

racak bir şey yoktur.

Âyette “Haset ettiğinde, ha-

set edenlerin şerrinden… saba-

hın Rabbine sığınırım.”1 buy-

rulmasının hikmetlerinden biri

budur. Zira kindar ve kıskanç

kişi bir kişiyi kendisine prob-

lem edindiğinde ona bizzat zarar

vermek için de uğraşır. İşin kö-

tüsü, bu zararın nereden gelece-

ğini tahmin edemezsiniz. Çünkü

sizin için planları olan kişi her

fırsatı kollamaktadır.

Bakışları Zararlıdır

Başkalarının elindeki güzel-

liklere her zaman haset ile ta-

mah eden insanlarda müthiş bir

çekememezlik olduğundan ba-

kışları saplantılıdır. İnsanı ra-

hatsız edicidir. Böylesi gözle-

ri gördüğünüzde onların içten

olmadığını hemen anlarsınız.

Yüzlerini kaplayan sözde seve-

cenliğe kanmazsınız. Zira dışarı

yansıtmaya çalıştıkları memnu-

niyet soğuktur, yapmacıktır. Ne

kadar gizleseler de çekemezlik-

leri kendisini ele verir.

Bu insanlar başkalarına kilit-

lenmiş bir yaşam sürdüklerin-

den dolayı gözleri sürekli başka-

larının ve onların sahip oldukları

üzerindedir. Bu nedenle de na-

zarları çok güçlüdür. Kendileri-

ni odaklayarak baktıklarından

dolayı bakışlarının olumsuzluğu

insan üzerinde etkili olur. Buna

maruz kalan kişi rahatsızlanır,

etkisi altına alır. Böyle bir du-

rum yaşadığınızda üzerinizde-

ki anormalliğin o kişiyle görüş-

meden sonra oluştuğunu hemen

anlarsınız. Bu insanların nazar-

larından korunmak için görüş-

meyi olabildiğince azaltmak ve

onunla konuşurken mevzuyu si-

zin üzerinizden başka alanlara

çekerek dikkatini dağıtmak son

derece yararlı olacaktır. İlgili

âyetleri okuyarak dua etmek de

son derece faydalıdır.

Allah Bu Halden Hoşnut Değildir

Her insan şöyle veya böyle bir

takım günahlar işleyebilir. Hat-

ta amellerimizde bile noksanlık-

lar olabilir. Allah’ın geniş rah-

metine sığınarak eksiklerimizin

mazur görülmesini, günahları-

mızın bağışlanmasını talep ede-

riz. Dolayısıyla günah işleme-

miş bir insan tasavvur edilemez.

Ancak Allah Teâlâ’nın ameller

kadar önem verdiği çok önem-

li bir husus daha bulunmakta-

dır. O da kalp temizliğidir, iyi ni-

yetli olmaktır, fesat olmamaktır.

Dolayısıyla kalbi temiz olmayan

kişi ibadetlerini yerine getirme-

ye devam etse bile Allah’ın iste-

diği kulluğu gerçekleştiremiyor

demektir. Nitekim âyette şöyle

buyrulmaktadır: “O gün ne mal

fayda verir ne de evlat! Ancak

Allah’a temiz bir kalp ile gelen-

ler müstesna.”2 Bir diğer âyette

de sahibimiz şöyle ferman et-

mektedir: “Kendini arıtan sa-

adete ermiştir. Kendini fena-

lıklara gömen kimse de ziyana

uğramıştır.”3 Buradan şunu

anlamaktayız: İnsanın bir ta-

kım hataları olabilir ancak için-

den bunlara pişmanlık duyma-

lıdır. Bunun yanında, iyi niyetli

olmalıdır. Kalbi fesat yuvası ol-

mamalıdır. Başkalarının kuyula-

rını kazma planları yapmamalı-

dır. Çevresindekilere karşı güzel

duygular beslemelidir.

“Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: “Sizden önceki

ümmetlerin hastalığı size de sirâyet etti: Haset ve

kindarlık. Bu öyle bir şeydir ki tıraş eder. Saçı tıraş eder

demek istemiyorum. Dini tıraş eder. Canım kudretinde

olan Zat’a yemin ederim ki, mü’min olmadan

cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden de mü’min

olamazsınız. Bunu gerçekleştirecek şeyi size haber

vereyim: Aranızda selamı yayın.”

53Kasım 201152

Bu şekilde olmadığı takdirde

kalbinde taşıdığı kötü duygular

âhirette en çok sıkıntı çekeceği

hususlar olacaktır.

Haset Hastalığının İlacı

Kıskançlık gerçekten de bü-

yük bir problemdir ve insanla-

rın çok önemli bir kesimi bun-

dan muzdariptir. Nitekim nice

insan nefsinin hasedi ve ta-

mahı ardından hem dünyası-

nı hem de âhiretini hebâ etmiş-

tir. Hapishanelerde çürüyen

mahkûmların önemli bir kısmı

bu yüzden içeridedir. İnsan ne-

den bu düşünceden kurtulamaz

diye sorulacak olursa, buradaki

temel sorunun Allah korkusu-

nun ve hale rıza gösterme duy-

gusunun azlığı olduğunu görü-

rüz. Allah korkusu taşıyan bir

insanın başkalarının kötülüğü-

nü istemesi düşünülemez. Ac-

ziyetini düşünerek sadece ken-

di hatalarını düzeltmek üzerine

odaklanır, başkalarıyla uğraş-

maz. Müslümanın iki temel il-

kesinin olması gerekmektedir:

Birincisi, yaşadığımız hayatı

kendi içimizde güzelleştirmek

zorundayız. Elimizdeki nimet-

lere hamd edip halimize razı ol-

mak durumundayız. Elimizde-

kiyle mutlu olamazsak hayatı

kendimize zindan ederiz, mut-

lu olamayız. İkincisi: Başkaları-

nı kendimize ölçü almamalıyız.

Sadece kendi hayatımızı yaşa-

malıyız. Birilerini kendi hayatı-

mızın orta yerine koyup onlara

göre yaşam sürmemeliyiz. Zira

böyle bir hayat bizim yaşantı-

mız olmaktan çıkar. Başkaları-

na endeksli bir ömür olur. O ne-

denle Hz. Peygamber (s.a.v)’in

buyurduğu gibi, bu illetten kur-

tulmak için istiğfar etmeli4 ve

başkalarını takipten vazgeçme-

liyiz.

Eğer illa da haset edeceksek

işte bunun ölçüsü: “Haset sa-

dece şu iki kişiye yapılabilir:

İlki Allah’ın Kur’an ilmi verdi-

ği kişidir. Bu kişi, gecenin saat-

lerinde, gündüzün (muayyen)

zamanlarında Kur’an okur.

Onu kıskanan kimse de: ’Keş-

ke şu adama verilen Kur’an ni-

meti gibi bana verilmiş olsaydı

da onun gibi ben de amel etsey-

dim’ der. Diğeri de Allah’ın mal

verdiği kişidir. Bu kişi de, ma-

lını hak yolunda harcar. Onu,

kıskanan kimse de: ‘Keşke şuna

verildiği gibi bana da mal ve-

rilseydi de, ben de onun yaptı-

ğı gibi hak yolda harcama yap-

saydım.’ der.”5

1 113/Felak, 1-52 26/Şuarâ, 87-893 91/Şems: 9-104 Beyhakî, 10/2325 Buhârî, 4638

* Prof. Dr.

Dipnot

‘GÜL’ OLSUN Bir hayalden ibaretmiş bu cihan,Öteleri hatırlatsın rayihan,Ey gönül sahibi özün gül olsun.

Haddi aşanları zelil ederler,Sadıkları sever, Halil ederler,Ateşe atsalar közün gül olsun.

Sükut meclisleri kurmuş erenler,Halden hale girer kulak verenler,Sen bir şey söylersen sözün gül olsun.

Ömür bitip sefer günü gelende,O iman nurunu görsünler sende,Mezarda toprağın, tozun gül solsun.

Gurbet sofrasında susadık, açız,Sadra şifa bakışlara muhtacız,Yumdukça açılan gözün gül olsun.

Bir ah çekip gökkubbeye salalım,Biz garibiz, nerelerde bulalım,Yürüdüğün yolda izin gül olsun.

Aşkı bulan erer sırrına Şems’in,Alemlerin dürüldüğü ademsin, Tebessümün selam, yüzün gül olsun.

İçimizde ümit-korku kaynıyor,Zaman hoyrat, sanma oyun oynuyor,Her mevsim derdiğin hüzün gül olsun.

Servet YÜKSEL

55Kasım 201154

DüşünceMehmet SOYSALDI*

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), Müslim’in

Ebû Hureyre (r.a)’den rivâyet etti-

ği bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyur-

maktadır: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amel-

lerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan

müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim,

kendisine dua eden hayırlı evlat.”1

Ölüm dünya hayatının sonu, ebedî olan âhiret

hayatının da başlangıcıdır. Ölüm, kişinin dünyada-

ki amellerini ve bunların karşılığı olan günah veya

sevâbı da sona erdirir. Yani insan öldüğünde se-

vaplarının yazıldığı amel defteri de kapanır. Ancak

bazı ameller var ki, bu amelleri yapan kişiler ölme-

sine rağmen, amel defterleri kapanmaz, sevaplar

hâlâ yazılmaya devam eder. İşte Sevgili Peygambe-

rimiz, metnini verdiğimiz hadîs-i şeriflerinde kişi-

nin amel defterinin kapanmamasına vesile olan üç

salih ameli açıklamaktadır. Bunlar; sadaka-i câriye,

faydalanılan ilim ve anne babasına dua eden Müs-

lüman sâlih evlattır. Bunları burada kısaca açıkla-

mak istiyorum:

Sadaka-i Câriye

İnsan, yeryüzünde Allah’ın değer verdiği ve bü-

tün canlılardan üstün kıldığı yüce bir varlıktır.2 Al-

lah, bu değerli varlığı yeryüzünde halife olarak ta-

yin etmiş3 ve ona sayısız nimetler bahşetmiştir.4

Zira bir âyet-i kerîmede, “O size istediğiniz her şey-

den verdi. Allah’ın size verdiği nimetleri saymaya

çalışsanız sayıp bitiremezsiniz…”5 buyurulmakta-

dır. Kendisine bu derece önem verilen insan, ba-

şıboş da bırakılmamış6, Allah’a kullukla görevlen-

dirilmiştir. Aynı zamanda kendisine verilen sonsuz

nimetlerin değerini bilip, şükretmesi ve niçin yara-

tıldığının şuurunda bir hayat sürmesi kendisinden

istenmiştir.7 Bu şuur içinde insanın, Allah’ın vermiş

olduğu nimetleri yine Allah’ın rızâsı dâhilinde sarf

etmesi gerekir. Zira insana verilen nimetler birer

emanettir. Bu nimetlerin asıl sahibi Allah olduğu-

na göre, insanın kendisine verilmiş olan nimetleri

harcarken başkalarına zarar vermeden ve aşırılı-

ğa kaçmadan sarf etmesi gerekir. Bütün insanların

faydalanması için kişinin bu dünyada Allah rızâsı

için yaptırdığı çeşme, cami, okul ve yurt v.b. gibi

her türlü hayır müesseseleri sadaka-i câriye ola-

rak nitelendirilmektedir. Eğer Allah’ın bize vermiş

olduğu bu dünyadaki fânî nimetleri bâkîye çevir-

mek istiyorsak bunun yolu bize yukarıdaki hadîs-i

şerifte açıklanmıştır. Sahip olduğumuz servetle Al-

lah rızâsı için bütün insanların faydalanacağı ha-

yır müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz

öldükten sonra da kapanmasın. Zira hayatımız bo-

yunca yaptırdığımız her tür hayır müessesesi dün-

ya üzerinde kaldığı ve insanlar bunlardan istifade

ettiği sürece sevabımız amel defterimize yazılmaya

devam edecektir.

Faydalanılan İlim

İnsanın ömür sermayesi bitip de ölmesine rağ-

men amel defterinin kapanmayıp sevaplarının ya-

zılmasına vesile olan diğer bir sâlih amel de fay-

dalanılan ilimdir. Kendisinden sürekli olarak

faydalanılan ilim, kişinin sağlığında öğrenip, neş-

retmiş olduğu ilimdir. Öğrenilen ilmin neşredilme-

si, kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği gibi,

öğrenilen bilgileri başkalarına öğretme yoluyla da

olabilir. Yani kişinin yetiştirdiği öğrenci de bu bağ-

lamda düşünülebilir. Zira sevgili peygamberimiz,

“Sizin en hayırlınız öğrenen ve öğreteninizdir.”8

buyurmaktadır.

Yüce Dinimiz İslâm, ilmi teşvik etmiş ve dâimâ

bilgili olmayı, bilgiyi artırmak için çalışmayı öğüt-

“Sahip olduğumuz servetle Allah rızâsı

için bütün insanların faydalanacağı hayır

müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz

öldükten sonra da kapanmasın.”

KAPANMAYAN

AMEL DEFTERİKAPANMAYAN

AMEL DEFTERİ

Kasım 201156 57

lemiştir. İlim ve öğrenmeyi dâimâ teşvik eden Yüce

Allah, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”9

diyerek ilim ve bilginin değerini ve bilgi sahibi ol-

manın önemini vurgulamaktadır.

Ayrıca İslâm Peygamberi Hz. Muhammed,

(s.a.v); “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.”10

demek suretiyle ilim sahibi olmanın büyük bir şe-

ref olduğunu belirtmiştir. Nitekim sevgili peygam-

berimizin ilim sahiplerin üstünlüğünü ortaya ko-

yan sözlerinden bazıları da şöyledir: “Kıyamet

gününde âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanı ile

tartılır.”11, “Ümmetimden iki sınıf düzelirse, bütün

insanlar düzelmiş olur. Onlar bozuldukları zaman

bütün insanlar da bozulur. Bunlarda âmirler ve

âlimlerdir.”, “Âlimin ibadet edenden üstünlüğü,

on dördüncü gecedeki ayın, diğer yıldızlara üs-

tünlüğü gibidir.”12

İslâm dininde ilmin gizlenmeyip yaygınlaştı-

rılmasına büyük değer atfedilmiştir.13 Bu bağlam-

da dördüncü halife Hz. Ali’nin şu sözü de gâyet

mânîdârdır: “İlim maldan hayırlıdır, çünkü malı

sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim

hâkim, mal mahkûmdur. Mal sarf etmekle azalır;

ilim sarf etmekle çoğalır.”14

Âlimler, eserleri sayesinde insanların zihinle-

rinde sürekli yaşamaktadırlar. O hâlde, eser bıra-

kan âlimler, ölmüş olsalar bile dâimâ hâtıralarda

yaşamaktadırlar.

Anne-Babasına Dua Eden Sâlih Evlat

İslâm dini gençliğe ve gençlerin yetişmesi-

ne çok büyük önem vermiştir. Çünkü gençler, bir

milletin geleceğinin teminatıdır. Bugünün gençle-

ri yarının büyükleri demektir. Gençlerini iyi yetiş-

tiren milletlerin geleceği dâimâ aydınlık olmuştur.

Nitekim Bizans’ı yıkan, çağ açıp çağ kapayan

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde 23

yaşında bir genç değil miydi? Bu örnek, gençlerini

iyi yetiştiren bir milletin geleceğinin dâimâ aydın-

lık olacağını bize göstermektedir.

Gençlerin imanlı yetiştirilmesi İslâm’ın gelece-

ği açısından da çok önemlidir. Günümüz gençliği

büyük bir inanç boşluğu içindedir. Bilindiği gibi

insan beden ve ruhtan meydana gelen bir varlık-

tır. Nasıl bedenin hayâtiyetini devam ettirebilme-

si için yemeye, içmeye ve dinlenmeye ihtiyacı var-

sa, insan ruhunun da bir gıdaya ihtiyacı vardır. İşte

o gıda da dindir. İman ve ibadetle insan ruhu tat-

min edilmezse, o zaman bir boşluk oluşur ve insan

o boşluğu daha farklı yönlerden doldurmaya çalı-

şır. Nitekim sağlıklı bir din eğitimi verilmeyen gü-

nümüz gençleri mânevî bir boşluk içine düşmekte

ve ruhlarındaki o boşluğu satanizm ve ateizm gibi

sapık akımlarla gidermeye çalışmaktadırlar. Sağ-

lıklı bir din eğitimi almış; yaratanını, kitabını ve

peygamberini tanıyan, iman ve ibadet neşvesiyle

büyüyen gençler ise, kesinlikle sapık akımlara ka-

pılmazlar. Sigara, içki, kumar ve uyuşturucu gibi

zararlı alışkanlıklardan uzak dururlar. Allah’ın ke-

sinlikle yasakladığı, zina, hırsızlık, yalan, hile, al-

datma ve iftira gibi dinin haram kıldığı bütün kötü

davranışları terk ederler.

Arşının Gölgesinde Gölgelenebilecek

Gençlik dönemi, insanın kanının kaynadığı ha-

reketli bir dönemdir. Bu dönemde kişiye, hisleri/

duyguları hâkim olduğu için pek iyi düşünmeden

çabucak karar verir. Bu nedenle gençlerin kolay-

lıkla yanlış yapma ve hataya düşme ihtimali var-

dır. Gençler, yaş çubuk gibidirler, telkinlere açık-

tırlar. Bu dönemde onlara istenilen şekil verilebilir.

Gençlerin ihmal edilmesi, telafisi zor yaralar açar.

O halde gençlerimizi iman ve ibadet neşvesiy-

le yetiştirmeliyiz. Çünkü iman ve ibadet neşvesiy-

le yetişen gençler, gençlik dönemlerini sıkıntısız ve

problemsiz geçirirler. Peygamber Efendimiz kıya-

met gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgele-

nebilecek olan yedi sınıf insanı sayarken âdil yö-

neticilerden sonra ikinci sırada Allah’a ibadetle

yetişen gençleri zikretmiştir.15

Demek ki gençlik dönemini sıkıntısız ve prob-

lemsiz geçirebilmek için çocukluk döneminde ge-

rekli dinî eğitimin verilmesi ve gençlere ibadet

alışkanlığının kazandırılması gerekmektedir. Bu

sebeple olmalı ki Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Çocuklarınıza, onlar yedi yaşına geldiklerin-

de namaz kılmayı emredin.”16 buyurmuştur. Ço-

cuklara yedi yaşlarında iken namazı emretmekten

maksat, namazı ve diğer ibadetleri öğretmek ve on-

ları gençlik dönemlerine hazırlamaktır. Çocukla-

rımızın genç yaşlarda satanizm ve ateizm gibi bir-

çok sapık akıma kapılmalarını istemiyorsak onları

daha genç yaşlardan itibaren dinlerini öğrenmeleri

için gereken din eğitimini en güzel bir biçimde ver-

meliyiz. Aksi takdirde dini eğitimden yoksun ola-

rak yetişen gençler, mânevî buhran içine düşmekte

ve ruhlarında oluşan o boşluğu, günümüzde birçok

gencin yaptığı gibi sapık akımlara kapılarak dol-

durmaya çalışmaktadırlar.

Eğer gençler, yeterli dinî bilgileri almamış ve

dinî duyarlılık kazanmamış iseler, ahlâkî konular-

da da problemleri olur. Zina, fuhuş, hırsızlık, kap-

kaç, anarşi ve terör gibi toplumun düzenini alt üst

eden yanlış hareketler içinde kolayca yer alabilir-

ler. Fakat namaz kılan, oruç tutan ve dinî ibadetle-

rini özenle yerine getiren gençler; yalan, gıybet, if-

tira, hile, aldatma, içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş

ve hırsızlık gibi haramlardan, kötü söz ve benzeri

davranışlardan uzak dururlar. Nitekim Yüce Allah;

“Şüphesiz ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten

alı koyar. Allah’ı anmak elbette ibadetlerin en bü-

yüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”17 buyurmak-

tadır.

Anne ve babalar, çocukların iyi yetişmele-

rinde sorumlu olan ilk kişilerdir. Çocuklarımız

bize Allah’ın bir emanetidir. O halde onların bize

Allah’ın bir emaneti olduğunu bilerek Allah’ını bi-

len, peygamberini tanıyan, dinini öğrenip haya-

tında uygulayan dindar kişiler olarak yetiştirmeye

çalışmalıyız. İnsan kız olsun erkek olsun kendi nes-

linden dünyaya gelen evladını Allah’ın râzı olacağı

bir şekilde eğitip yetiştirirse ve geride kalan bu ev-

ladı, anne-babasının arkasından dua ederse o an-

ne-babanın da amel defteri kapanmaz. O kişi ölüp

bu dünyadan göçmesine rağmen, sevaplar amel

defterine yazılmaya devam eder.

Amel defterimizin kapanmayıp sevapların ölü-

mümüzden sonra da devam etmesini istiyorsak,

başka bir ifadeyle Allah’ın bize bu dünyada bah-

şettiği fânî nimetleri ebedîye çevirmek istiyorsak,

bu dünyada hiç olmazsa bu üç sâlih amelden birini

yapmaya gayret etmeliyiz.

1 Müslim, Vasiyyet, 14. Ayrıca bkz., Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Nesâî, Vasâyâ, 8.

2 95/Tin, 4.3 Bkz., 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165;

10/Yûnus, 14.4 31/Lokmân, 20.5 14/İbrâhîm, 34.6 23/Mü’minûn, 115.7 51/Zâriyât, 56.8 Darimi, Mukaddime, 25.9 39/Zümer, 9.10 Tirmizi, Kitabü’I-İlm, 19; Ebû

Dâvûd, Kitabü’I-İlm, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17.

11 Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, 3281.12 Tirmizî, Kitâbü’I-İlm, 3; İbn Mâce,

Mukaddime, 17.13 İbn Mâce, Mukaddime, 24.14 İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, II,

120.15 Buhârî, Ezân, 36; Hudûd, 19;

Tirmizî, Zühd, 53; Nesâî, Kudât, 2.16 Ebû Dâvûd, Salât, 26; Ahmed b.

Hanbel, II, 180, 187.17 29/Ankebût, 45.

* Prof. Dr.

Dipnot

“Amel defterimizin kapanmayıp sevapların ölümümüzden sonra da devam

etmesini, başka bir ifadeyle fânî nimetleri ebedîye çevirmek istiyorsak, bu

dünyada hiç olmazsa bu üç sâlih amelden birini yapmaya gayret etmeliyiz.”

59Kasım 201158

Kanunî Sultan Sü-

leyman, sadece

Türk ya da Os-

manlı tarihine değil adını in-

sanlık tarihine yazdırmış büyük

bir hükümdardır. Padişahlık

kudreti, cihangirlik ve fütuhat-

çılıktaki rakipsizliği, idarî, adlî

ve kanunî alanlardaki başarılı

düzenlemeleri ile tarihin ha-

fızası ve beşeriyetin maşerî

vicdanında silinmez bir iz bı-

rakmıştır. Öyle olmasaydı,

Osmanlı’ya en muhteşem dö-

nemini idrak ettirmesi, onu

dünyanın en süper devleti

mevkiine getirmesi mümkün

olmazdı. Onun muhteşem

portresinin göz kamaştırıcı

çizgilerini, kimi kitaplar, film

ve dizilerde çarpıtılmaya çalı-

şılan pespaye ve ucube kop-

yalarından takip etmekten zi-

yade tarihten yansıyan asıl

suretinden tanımak ve öğren-

mek daha sağlıklı bir yöntem-

dir. Biz de burada muteber

kaynaklara dayanarak muh-

teşem Kanunî’nin muhteşem

portresini çizmeye çalışacağız.

Çocuklarımızın, gençlerimizin

ve umum insanlarımızın, ideal

bir şahsiyet olarak kendilerine

model aldıkları o muhteşem ki-

şiliği, tarihî-manevî şahsiyetine

halel getirmeden sizlere hak-

kıyla aktarmaya gayret edece-

ğiz.

Muhteşem Hususiyetleri ve

Rekorları

Osmanlı’nın gerek siyasî-

askerî-iktisadî gerekse kül-

tür ve medeniyet noktasında

en parlak ve “ideal” dönemi,

Kanunî’nin padişahlığı zamanı-

dır. Fatih zamanında başlayan

Yükselme Dönemi ve Osman-

lı Rönesans’ı onun zamanın-

da zirveye çıktı. Tarihçi İsma-

il Hakkı Uzunçarşılı’nın tahlili

de aynı istikamettedir: “Yarım

asra yakın süren hükümdarlı-

ğı zamanında Türkiye, fütuhat,

siyaset, ilim, irfan ve sanat iti-

bariyle en parlak devrini yaşa-

dığı gibi hukuk ve yeniden va-

zedilen kanunlar ile de medenî

bir devlet olduğunu göstermiş-

tir… Osmanlı Devleti 16. asrın

ortalarına doğru idarî, hukukî

ve iktisadî teşkilatı, ilmî ve

içtimaî müesseseleriyle yüksek

bir İslam medeniyetinin bütün

vasıflarını haiz olarak görül-

mektedir.” Bundan dolayı bazı

Avrupalı tarihçiler bile 16. asra

“Türk-Osmanlı Asrı” dedikleri

gibi “Süleyman Asrı” da demiş-

lerdir. Öztuna’nın deyimiyle 16.

asır, Türk ve Osmanlı tarihinin

doruk noktasıydı ve Sultan Sü-

leyman da bunun en büyük mi-

marı olmuştu.

Devrinde, Osmanlı’nın sı-

nırlarını 6.557.000 kilometre-

kareden 14.893.000 kilometre

kareye, bağlı devletlerle birlikte

22 milyon kilometrekare-

ye yükseltti. Osmanlı’nın

sınırlarının en geniş (III.

Murad zamanı) olmasa da

en fazla genişlediği ve en

iyi yönetildiği dönem onun

padişahlık zamanı oldu.

Osmanlı onun devrinde üç

kıta, yedi denize hükmetti,

okyanuslara dayandı. Şu-

rası kesindir ki, Romanya-

lı tarihçi Nicolae Iorga’nın

da ifade ettiği üzere, ba-

şında bulunduğu devle-

ti, aynı zaman diliminde

devrindeki hiçbir Avru-

pa devletinin tekâmülüyle

mukayese dahi edilemeye-

cek mikyasta geliştirip ha-

lefine teslim etmesini bil-

miştir. Osmanlı’nın 46 yılla

en uzun süre tahtta kalan pa-

dişahı odur. En çok sefere çık-

ma rekoru da ona aittir. 13 se-

ferde geçen toplam süre 10 yıl,

7 ay, 7 gün; kat ettiği mesafe

de yaklaşık 48 bin kilometre-

dir. Dünya’nın ekvator çevresi

uzunluğu 40 bin kilometreden

biraz fazla olduğu hesaba ka-

tıldığında aklın havsalanın ala-

mayacağı bir rekordur.

Avusturya elçisi Busbecg’in

hatıralarında geçen şu ilginç

tespitler de Kanunî Sultan

Süleyman’ın gizemli hususiyet-

muhteşeMKanunî’nİn

PORTRESİ

Tarihİsmail ÇOLAK

Kasım 201160 61

lerinden bazılarını gün yüzüne

çıkarmıştır: “Söylendiğine göre

Süleyman’ın üç büyük arzusu

varmış. Önce, adına inşa ettir-

diği camii tamamlamak… İkin-

ci arzusu, eski su kemerlerini ta-

mir etmek suretiyle İstanbul’un

su ihtiyacını gidermek. Üçüncü-

sü ve son arzusu, Viyana’yı al-

mak… İlk iki isteği yerine geti-

rilmiştir. Ama üçüncü arzusu

sonuca ulaşamamıştır. Bu gaye-

sinin ebediyen gerçekleşmeme-

sini ümit ve temenni ederim.”

Kanunî’nin, muhteşem kud-

ret ve başarısının altında yatan

sırları şu şekilde de analiz et-

mek mümkündür: Hemen her

sahada kabiliyet, liyakat, ikti-

dar ve tecrübe sahibi insanla-

rı bulup çıkarması, himaye ve

teşvik etmesi, en ideal şekilde

yetiştirmesi, yükseltmesi, kul-

lanması ve nihayet onlardan is-

tifade etmesiydi. Bu anlam-

da, Kanunî’nin başarısı bir ekip

veya kadro başarısıydı demek

yerinde olur. Onun engin deha-

sı ve vasıflı insan (idareci, asker,

ulema, mütehassis, şair, müellif,

sanatkâr) yetiştirmedeki maha-

reti sayesindedir ki, kendi dev-

rinden sonra bile en azından 16.

asrın sonuna kadar Osmanlı’nın

yükselişi bu kadro eliyle devam

etmiştir. Kanunî’ye başarılı bir

hükümdar olmanın yolunu açan

önemli bir unsur da şuydu: Fevrî

bir tabiata sahip olmaması, ka-

rarlarını düşünüp taşınarak ve

ekseriyetle vezirlerine ve ulema-

ya danışarak vermesi, temkin ve

itidali elden bırakmaması idi.

Diğer taraftan Kanunî, dîvân

sahibi olacak kadar büyük bir şa-

irdi. Muhibbî lakabıyla binlerce

şiir kaleme aldı. Tam 2.779 adet

şiir yazdı ki, bu da bir rekordu.

Çünkü Divan Edebiyatı’nda en

fazla şiir yazan Zatî’nin bile top-

lam şiir sayısı 1.825’ti. Hastalı-

ğı sırasında kaleme aldığı şu şiir

yazdığı en meşhur şiirlerdendi:

Halk içinde muteber nesne yok

devlet gibi,

Olmaya devlet, cihanda bir ne-

fes sıhhat gibi.1

Kişiliği ve Müstesna Vasıfları

Beden ve iman mükemmeli-

yeti, fikir, ahlâk ve mefkûre yük-

sekliği ile temayüz eden Kanunî

Sultan Süleyman, irfan sahibi,

âlim, maddî ve manevî kema-

latı şahsında toplamış mümtaz

bir padişahtı. Çatık kaşlı olma-

makla birlikte nadiren tebessüm

eden, laubalilikten hoşlanma-

yan, ciddi, vakur, azimli, iradeli,

acele karar vermeyen, ince dü-

şünen, az, ölçülü, kesin ve mert-

çe konuşan, hoşsohbet bir miza-

ca sahipti. Babası Yavuz Sultan

Selim’in sert ve asabî çehresi-

nin aksine sakin, soğukkanlı,

tatlı-sert, nazik ve zarif bir ya-

pısı vardı. Çalışkanlığı, enerjisi,

dinamizmi, disiplini, meseleleri

idrakteki intikal kabiliyeti, plan

ve hükümlerini tatbikata koy-

madaki başarısı cihetlerinden

örnek bir hükümdardı. Sefahat

ve rehavete düşkün olmayan,

Harem’de lüzumundan faz-

la vakit geçirmekten haz alma-

yan, ömrü savaş meydanlarında

gaza etmekle geçen mefkûre sa-

hibi bir sultandı. Öyle olmasay-

dı, Osmanlı’ya en muhteşem dö-

nemini idrak ettirmesi, devletin

sınırlarını 14,9 milyon kilomet-

re kareye yükseltmesi, en uzun

süre tahtta kalması, en fazla se-

fere çıkması ve son nefesini ci-

hat ederken vermesi mümkün

olmazdı. Tarihçiler Kanunî’nin,

askerlik dehası bakımından Fa-

tih ve Yavuz’dan sonra geldiği-

ni, bilginlik bakımından da Fa-

tih ve II. Bayezid’dan sonra

geldiğini kabul ederler. Ancak

Osmanlı padişahlarının hiçbi-

risinin devlet yönetimi ve dip-

lomaside Kanunî’nin merte-

besine ulaşamadıkları (belki

Fatih yarışabilir), bu anlamda

Kanunî’nin siyasî deha bakımın-

dan Osmanlı’nın en üstün ve eri-

şilmez padişahı olduğunu teslim

etmeyi de ihmal etmezler.

1560’da Cerbe Deniz

Savaşı’nın kazanan Osmanlı do-

nanmasını karşılamak ve zafe-

ri kutlamak maksadıyla tertiple-

nen merasimi izleyen Avusturya

elçisi Busbecg’in, bu vesiley-

le Padişah Kanuni’nin karakte-

riyle ilgili şu çarpıcı gözlemler-

de bulunmuştur: “Bu merasim

esnasında Süleyman’ın her za-

man olduğundan daha farklı bir

gurur ve neşeye sahip olmadığı-

nı onu yakından görenler söy-

lüyorlar. Ben de iki gün sonra

Cuma namazı için sarayından

çıktığı zaman görmüştüm. Yü-

zünde her zamanki huşunet ve

hüzün ifadesi vardı. Sanki ka-

zanılan zaferin kendisiyle ilgisi

yokmuş, hadise her zaman bek-

lenen basit bir şeymiş gibi heye-

cansızdı. Talihin cilvesini oldu-

ğu gibi kabul etmeye bu ihtiyar

adamın kalbi öylesine alışmıştı

ki, halkın alkışlarını sanki hissiz

bir şekilde kabul ediyordu.”2

İçkiyi Yasaklattı

Kanunî Süleyman asla içki

içmezdi. Hatta İstanbul’da sa-

dece Müslümanlara değil gay-

rı Müslimlere de içki içmeyi,

imal etmeyi, alıp satmayı yasak-

ladığı tarihî kayıtlarda geçmek-

tedir. Solakzade’nin tarihinde

geçen bilgi aynen şöyledir: “İs-

tanbul şehrinde meyhanelerden

birini bırakmayıp, içkici başı

def olunmuş idi. Ecele derman

için bir katre şarap bulunma-

sı mümkün değil idi.” O devre

ve bu uygulamaya tanıklık eden

Avusturya Elçisi Busbecg’in ak-

tardığı şu malumat oldukça

önemlidir: “Peygamberin emri-

ne aykırı olarak İstanbul’da şa-

rap içmek pek yaygın bir hale

gelmişti. Bir gün, Sultan’ın fer-

manıyla şarap içmek, imal ve it-

hal etmek yasaklanıverdi. Bu

yasak, Müslümanlardan başka

Yahudi ve Hıristiyanları da kap-

sıyordu. Ben ve adamlarım sade

su içmeye alışık değildik… Bir

de yiyip içme tarzımızı mı de-

ğiştirecektik? Belki bu yüzden

hastalanabilirdik. Durumumu-

zun divanda görüşülmesini ve

eski haklarımızın korunması-

nı tercümanlarımıza anlattım.

Bazı paşalar bizim su ile yetin-

memizi, komşuların bize şarap

getirildiğini görmelerinin iyi

sonuç vermeyeceğini, onlara ya-

sak olan bu içkinin Hıristiyanla-

ra serbest olmasına, kokusunun

bütün şehre yayılmasına izin ve-

rilemeyeceğini ileri sürdüler…”3

1 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, c.2, s.307, 419-420; Yılmaz Öztuna, Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul, 2006, s.9-10, 134-137, 158, 161; Tayyib Gökbilgin, Kanunî Sultan Süleyman, İs-tanbul, 1992, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.196, 208-209; Yaşar Yücel, Kanuni ile 46 Yıl, Ankara, 1987, TTK Yayınları, s.100, 105; Nicolae Iorga, Voyageurs Français dans I’Orient, Paris, 1925, s.21; Ogier Ghiselin de Busbecg, Türkiye’yi Böyle Gördüm, Haz: Aysel Kurutluoğlu, İstanbul (tarih-siz), Tercüman 1001 Temel Eser, s.192.

2 Solakzade, Solakzade Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çubuk, Ankara, 1989, c.2, s.111; Uzunçarşılı, age, s.418-419; Öztuna, age, s.134-135, 158, Gökbilgin, age, s.194-195; Yücel, age, s.6, 103; Busbecg, age, s.164-165.

3 Solakzade, age, s.315; Busbecg, age, s.165-166.

Dipnot

63Kasım 201162

İslâm kendinden önceki

tüm kötü adetleri yıkıp

onların yerine İlahî ira-

deye uygun olan yeni hüküm-

ler getirmiştir. İslâm’ın cahili-

ye adetleri arasında değiştirdiği

hususlardan biri de yeminler-

le ilgilidir. İslâm bu konuda

Allah’tan başkası adına yemin

etmeyi yasaklamıştır. Câhiliye

döneminde müşrik Arapların

yaptığı ve tevhid inancına aykırı

yemin şekillerini iptal etmiştir.

Çünkü Araplar, putlara, dikili

taşlara, kurbanlara, adak yerle-

rine, babalarına, analarına, ata-

larına, Kâbe’ye yemin ediyorlar-

dı. Yeminin önemine, getirdiği

sorumluluğa ve bağlayıcı tara-

fına işaret eden âyetler yemin

kefareti de Kur’ân’da açıkça

düzenlenmiştir.

Yemin Nedir?

Dilimizde yemin, and içmek,

kasem etmek gibi kelimelerle

ifade edilir. Dinî bir terim olarak

yemin: Kişinin sözünü Allah’ın

adını ya da onun bir sıfatını

öne sürerek kuvvetlendirmesi

anlamına gelmektedir. Mesela,

“Vallahi on liraya aldım”;

“Vallahi ve billahi bir daha onun

evine girmem!”; “Rahim olan

Allah’a andolsun ki bir daha si-

gara içmeyeceğim!” gibi cümle-

ler birer yemindir.

Toplumsal İlişkilerde Yeminin Yeri ve

Önemi Nedir?

Toplumsal ilişkilerin sağ-

lam bir şekilde yürümesi için

karşılıklı güven şarttır. İnsan-

lar ilişkilerini inandıkları ve sö-

züne güvendikleri kimselerle

sürdürürler. Her insan sözüne

veya eylemine ayrı bir inandı-

rıcılık gücü kazandırmak ister-

ler. Bunu bazen ilişki içerisinde

olduğumuz karşı taraf da iste-

yebilir. Mesela, “bunun böy-

le olduğuna dair yemin edebilir

misin?” veya “doğru söylediği-

ni nereden bileyim?” şeklinde-

ki istek ve sorularla karşılaş-

tığımız olur. Günlük hayatta

bu tür isteklere ve sorulara ce-

vap vermenin en kolay ve en

çok başvurulan yolları yemin-

lerdir. Kişiler inandıkları or-

tak ilkeler ve değerler adına

and içerek muhataplarına belli

bir güven duygusu verirler.

Böylece sözleşmeler, ikili veya

çok taraflı ilişkiler karşılıklı

itimada bağlanmış olur. Bu

da ilişkilerde daha istikrarlı

bir ortam meydana getirir.

Mahkemelerde başvurulan is-

bat vasıtalarından biri de ye-

mindir. Hz. Peygamber (s.a.v);

“Davacıya delil inkâr edene de

yemin etmek gerekir.” buyur-

muştur.

Müslümanın Yemin Etmesine Gerek Var

mıdır?

Aslında müslümanın sözü

yemin yerine geçer. Çünkü müs-

lümanın sözü senettir. Böyle

olmalıdır. “Doğru sözlü olma” ve

“yalan söylememe”yi inanç hali-

ne getiren müslümandan başka

türlü bir davranış beklenmez.

Dînî değerlerine gönülden bağ-

lı olan böyle bir kimsenin, sözü-

nü kuvvetlendirmek ve doğru-

luğunu isbat etmek için başka

bir şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü

İslâm, kendisine inananlardan

her durumda özüyle ve sözüyle

doğru olmalarını bekler. “Em-

rolunduğu gibi dosdoğru ol!”1;

“Onlar emanetlerini gözeten

ve sözlerini yerine getirenler-

dir.”2; “Rabbimiz Allah’tır de-

yip sonra dosdoğru olanlara

korku yoktur, onlar üzülmeye-

ceklerdir.”3 meâlindeki ayetler,

bu duyarlılığı açıkça ortaya koy-

maktadır. Ancak hayatın kimi

belirsizlikleri, hırsa mağlup ol-

mak ve ahlâk ölçülerindeki za-

yıflamalar, yemin gibi ilave bir

desteğe ihtiyaç hissettirmekte-

dir. Bazen karşı taraf talep et-

mese de insan kendini kontrol

altına almak için, bazı eylemle-

ri yapmaya ya da yapmamaya

söz verir, bunu da yemine bağ-

lar. Böylece, yapılan bir yemin,

kişiyi sorumluluk altına alır ve

gereğini yapmaya mecbur eder.

Yemini Yerine Getirmeyenin

Dindeki Durumu Nedir?

Dinimiz, yemin etmeyi

Allah’a söz verme olarak değer-

lendirmiştir. Bunun için de ya-

pılan yemine sadık kalmayı ve

yerine getirmeyi sıkı bir şekilde

emretmiştir. Bu konuda Yüce

Allah şöyle buyurur: “Sözleşti-

ğiniz zaman Allah’a olan ah-

dinizi yerine getirin! Yemin-

lerinizi, Allah’ı aranızda kefil

kılarak sapasağlam hale ge-

tirdikten sonra bozmayın…Ye-

minlerinizi aranızda aldatma

amacı yapmayın!.. Allah adına

verdiğiniz bir sözü az bir paha-

ya değişmeyin!..”4.

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

YemİN VEKeFARETYemİN VEKeFARET

Kasım 201164

KIŞ RUBAÎLERİ

Eski KışlarMevsimler de değişti, eski kışlar nerede?Dam boyu kar yağardı, fasulye tenceredeEllerde eldivenler, başta örme papaklarÇocuğunu beklerdi, anneler pencerede…

Kar KuyularıGeleneğin ölmediği çağlardaKuyulara kar konurdu bağlardaGözlerimden istemeden yaş gelirGeçmiş günler yüreğimi dağlar da…

EskidenPişmaniye dedikleri telteliler çekilirdiUzun kış gecelerinde arabaşılar yenirdiBugünkü uçurum yoktu aileler arasındaZengin-fakir sokakları, semti, mahallesi birdi…

Çocukluğumun KışlarıOtururduk toprak damlı evlerdeDamları kürürdük tahta kürekleYuvakla sıkıştırırdık toprağıHayattan karı sokağa iyice…

Kış GeceleriKestaneyi patlatırdık sobadaHikâye-masal dinlerdik meraklaMeyve kuruları tek eğlencemizGünler boyu süren kar ve fırtına…

Dışı Soğuk İçi SıcakEdebiyatımızda ‘‘Elhân-ı Şitâlar’’ varDıranas ve Sezai Karakoç’tan ‘‘Kar’’Toparlanma mevsimi, içe kapanma faslıDışım soğuktan donar, içimde volkan yanar…

Bekir OĞUZBAŞARAN

65

Mümin sözünde duran ve ye-

mini yerine getiren insandır.

Buna rağmen yaptığı yeminin

gereğini yerine getirmeyen Müs-

lüman ceza ve ibadet yönü de

bulunan dinî bir yaptırımla karşı

karşıya kalır. Bu yaptırımın adı

“keffâret”tir. Keffâret, hem ihlâl

edilen dini kuralların bir cezası,

hem ihlâl edenin tevbesi ve hem

de bağışlanma vesilesidir.

Yeminlerini bozanların dinî

sorumluluktan kurtulmaları için

keffâret ödemeleri gerekir. Yüce

Kitabımız Kur’ân’ın bu konudaki

âyetleri şöyledir:

“…Allah bilinçli olarak yap-

tığınız yeminlerden sizi sorum-

lu tutar. Bunun keffâreti, kendi

aile fertlerine yedirdiğinizin or-

talamasından, on fakiri doyur-

manız veya onları giydirmeniz

yahut bir köleyi hürriyetine ka-

vuşturmanızdır. Bunları bula-

mayan kimse üç gün oruç tutar.

İşte yeminlerinizin keffâreti bu-

dur. Yemin ettiğiniz zaman ye-

minlerinizi tutun!..”5.

Kur’ân-ı Kerim yaptığı ye-

mini yerine getirme konusun-

da bize Hz. Eyyûb (a.s)’u örnek

vermektedir. O, Allah’ın imtiha-

nı sonucu bir insanın dayana-

mayacağı derecede hastalık ve

acı çekti. Bu sürede hanımı ken-

disine iyi davranmadı ve sabrı-

nı zorlayan sözler söyledi. Bu-

nun üzerine de Hz. Eyyûb (a.s)

iyileşince ona yüz sopa vuracağı-

na dair yemin etti. Ancak iyileş-

tikten sonra hanımının söylediği

sözlerin aslında kötü niyetle de-

ğil, ona olan muhabbetten kay-

naklandığını anladı. Yaptığı ye-

mine pişman oldu. Ancak yemin

de etmişti. Bunu yerine getirme-

si gerekiyordu. İşte bunun üze-

rine Allah ona bir kolaylık ol-

mak üzere yüz başaklı bir sap

alıp hanımına vurmasını emret-

ti. O da bunu yaparak sembo-

lik olarak yeminini yerine getir-

miş oldu. İlgili âyetler şöyledir:

“(Ey Muhammed!) Kulumuz

Eyyûb’u da an. Hani o, Rabbine,

‘Şeytan bana bir yorgunluk ve

azap dokundurdu’ diye seslen-

mişti. Biz de ona, ‘Ayağını yere

vur! İşte yıkanacak ve içecek so-

ğuk bir su’ dedik. Biz ona tara-

fımızdan bir rahmet ve akıl sa-

hiplerine bir öğüt olmak üzere

ailesini ve onlarla birlikte bir o

kadarını bahşettik. Şöyle dedik:

‘Eline bir demet sap al ve onun-

la vur, yeminini bozma.’ Ger-

çekten biz Eyyûb’u sabreden bir

kimse olarak bulduk. O ne güzel

bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen

bir kimse idi.”6

Bu âyetler ve Hz. Eyyûb (a.s)

örneği, hangi durumda olunur-

sa olunsun, yapılan yeminin ye-

rine getirilmesi gerektiğini gös-

termektedir. Kur’ân bu konuda

alternatifli bir keffâret imkânı

göstererek yeminine aykırı dav-

rananlara bir çare göstermiştir.

Günlük Konuşmalarda Sıkça Yemin Etmek

Doğru mudur?

Yemin, söze kuvvet kazan-

dırma, mahkemede ispat vasıta-

sı ve dini sorumluluk yönü olan

bir eylemdir. Kur’ân’ın önerdiği

keffâret cezasından ve Hz. Pey-

gamber (s.a.v)’in irşatlarından

anlaşıldığına göre, mecbur kal-

madıkça ve gerek olmadıkça ye-

min etmekten sakınmak gerek-

mektedir. Özellikle de yerine

getirilemeyeceği kesin olan du-

rumlarda yemine başvurmamak

gerekir. Yemini günlük konuş-

maların bir parçası haline getir-

mek asla doğru olmaz. Çünkü bu

durum, yeminin taşıdığı ciddi-

yet ve dini sorumlulukla bağdaş-

maz. Gerekli-gereksiz yemine

başvuranlar inandırıcı olamaz

ve güvenilirliklerini kaybederler.

Güvensiz bir kişi hem Allah ka-

tında, hem de insanlar nezdin-

de makbul olamaz. Bu sebeple

de ilişkilerinde çoğu kere prob-

lem yaşar. Hele hele yalan yere

yemin etmek, yeminiyle aldatma

niyeti taşımak büyük günahlar-

dan sayılmıştır. Bu sebeple hem

Kur’ân7 hem de Hz. Peygamber

(s.a.v) çok yemin etmekten sa-

kındırmıştır8.

“Şu şöyle değilse hanımım

benden boş olsun” gibi ifadeler

kullanarak yeminlere hanımla-

rı âlet etmek de en büyük yanlış-

lardandır. Çünkü bu evlilik cid-

diyetine ve evliliğin saygınlığına

zarar verir.

Bir mümin için bu konuda

ideal durum, yemin etmeye ge-

rek bırakmayacak güvenli bir

kişiliğe sahip olmak ve yemin

edince de gereğini yerine getir-

mektir.

* Prof. Dr.

Dipnot

1 11/Hûd 112.2 23/Mü’minûn 8; 70/Meâric 32.3 46/Ahkâf 13.4 16/Nahl 91, 94, 95.5 5/Mâide 89.6 38/Sâd, 41-44.7 68/Kalem, 10.8 Müslim, Müsâkât, 132.

67Kasım 201166 67

Kitaplık

Bahadır Kuzu Çobanı

Fatma Pekşen

TDV Yayınları

Tel: 0312 354 91 31

Süper Defter 1

Zeynep Sevde Paksu

Nesil Çocuk

Tel: 0212 551 32 25

Osman Gâzi

Mustafa Akgün

Akgün Yayınları

Tel: 0532 620 11 37

Nasihatnâme-i Vehbi

Yrd. Doç. Dr. Lütfi Alıcı

Ukde Yayınları

Tel: 0344 225 13 00

Aşk-ı Sükûn

Nuriye Çeleğen

Nesil Yayınları

Tel: 0212 551 32 25

Son yıllarda yayınladığı yazılar ve kitap-

larla dikkatleri üzerine çeken Vedat Ali

Tok’un bir kitabının adı bu. Vedat Ali

Tok, Kayseri’de yaşayan bir yazar. Sağlık Mes-

lek Lisesinde Edebiyat öğretmeni.

Daha önce Kayseri Lisesinde yıl-

larca hocalık yaptı. Edebiyat öğ-

retmenliğinin bir bölümü de

Karadeniz’de geçti. Erciyes

Üniversitesinde de Türk Dili

dersleri veriyor. Hem Kay-

seri Lisesinin, hem de Sağ-

lık Meslek Lisesinin okul

dergilerini de o çıkardı.

2002’den beri Kayseri’de

aylık olarak neşredilen

kültür ve sanat dergisi

Berceste’nin Genel Yayın

Yönetmeni. Diyanet Ay-

lık Dergi’nin ve Somuncu

Baba’nın sürekli yazarlarından. Çalışkan bir öğ-

retmen ve üretken bir yazar. Şairliği de var. On

kadar kitabı yayınlandı, fakat bu sayı çok artaca-

ğa benziyor. Çünkü o, habire yazıyor, nicelik ka-

dar niteliğe de önem veriyor. Diyanet Dergisinde

çıkan Berceste Beyit Şerhleri çok güzel. Herhalde

yakında o da kitaplaşır.

Bu değerli edebiyatçı, yazar Naat Tahlilleri

yaptı. Şiir Terimleri üzerine bir çalışma neşret-

ti. Türk Şiirinde Hz. Muhammed (s.a.v.) isimli

bir inceleme yazdı. Dîvân Edebiya-

tı ağırlıklı Mülâkatlar yaptı. Edebî

Sanatlar Ansiklopedisi hazırladı.

Eski Yazı ve kültürümüzden günü-

müze kitaplar aktardı.

Tok’un kendisini rahat okutan

bir kalemi var. Dili ve üslubu sıkıcı

değil, akıcı. Bu dil ve üslubu tahkiye

alanında da kullanarak birbirinden

değerli, güzel romanlar yazdı, yazı-

yor. İşte onlardan biri de (Kayseri

Lisesinden) Nûra Koşanlar’dır.

Nûra Koşanlar’ın dışında Per-

vanenin Rüyası (Fuzûlî Romanı)

adlı eseri edebî, tarihî, biyografi romanı. Daha

doğrusu bir çağ romanı. Şimdilik iki baskısı ya-

pılan ve okuyucudan büyük ilgi gören bu roma-

nın mevcudu tükendikçe yeni baskılar yapacağını

söylemek yanlış olmaz. O, şimdilerde, son büyük

Dîvân şairi sayılan Mevlevî Dedesi Şeyh Galib’in

hayatını ve yaşadığı devri anlatan bir roman daha

yazdı: Semender. Bu roman da yakında kitap-

KitapBekir OĞUZBAŞARAN

çı vitrin ve raflarını süsler. Bu da edebî ro-

man nitelemesine uygun bir eser. Müsved-

delerini okuduğum için biliyorum. Vedat Ali

Tok’un elindeki bir roman çalışması da ta-

rihimizin hayırseverliği ile meşhur kadınla-

rından Gevher Nesibe Hatun ile ilgili.

Nûra Koşanlar ise edebî olmaktan çok

millî bir roman. Zaten yazarı da bu kitabını

edebî bir roman olsun diye yazmamış. Ro-

man okunduğunda amacının akıcı bir üslup

içinde insanımıza, özellikle de gençlerimize

millî şuur, millî ruh ve tarih şuuru aşılamayı

hedeflediğini anlatıyor. Tabii bunu hakkıy-

la başarıyor da. Bu hacmi küçük fakat değe-

ri büyük kitabı kim okusa mutlaka ağladı-

ğını söylüyor. Buna şahsen ben de dâhilim.

Memleketimizin, yaşı yüz yirmiye dayan-

mış tarihî liselerinden biri olan ve iki Cum-

hurbaşkanı yetiştirmiş bulunan (Merhum

Turgut Özal ve Sayın Abdullah Gül) Kayse-

ri Lisesinin Millî Mücadele’de (muhteme-

len 1921’de) okulu bırakıp vatan savunma-

sına giden ve şehitlik mertebesine ulaşan

son sınıf öğrencilerinin dokunaklı hikâyesi.

Onların hepsi Nûra Koşmuşlar ve Allah’a

(c.c.) kavuşmuşlardır. Bu yiğitlerin man-

zum destânını Fazıl Ahmet Bahadır, men-

sur destânını da Vedat Ali Tok kaleme aldı.

Onlar böylece İstiklâl Marşı ve Çanakkale

Destânı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’a lâyık

birer kalem erbâbı, hayrül halef evlat ve to-

run olduklarını gösterdiler. Ellerine, dil-

lerine, kalemlerine sağlık. Bizlere düşen-

se onların hikâyelerini okumak, okutmak,

hislenmek ve ağlamaktır. Dünün, bugü-

nün ve yarının kıymetini bilmektir. Mukad-

des değerler uğrunda her türlü cehd göste-

rip “Ölürsem şehit olurum, kalırsam gazi…”

idealini kıyamete kadar yaşatmaktır…

Vedat Ali TOKNûra Koşanlar, 88 sayfa, 5 TLİsteme adresi: Laçin Kitap Kırtasiye, Talas C. Üzüm Ap. K: 1 KAYSERİ Tel: 0352 222 19 40

KoşanlaRNÛRA

69Kasım 201168

Mutlu olmak hiç şüphesiz izafi bir

kavramdır. Ancak yine de mutlu

olmak denilince ortak bir duygu-

dan söz ederiz. Bu duygu kendini iyi hissedebil-

mektir. Bazen bir bardak çay içilirken duyulabilen

bu tatlı duygu, bazen başkalarının acılarını payla-

şırken, bazen bir davranıştan pişmanlık duyarak

affedilmek için çaba harcarken, bazen acı çekse

bile bunu olgunlukla ve sabırla karşılayabilmeyi

becerebilirken olabilir. Yani mutlu olmak, genel

kanı olarak daha sağlıklı olmak, daha fazla mal-

mülke sahip olmak, daha yüksek makam ve mev-

kileri elde edebilmek gibi dünyevi beklentilerle

özdeş anlaşılsa da, bireyden hareket ettiğimizde

bu her zaman ve her birey için geçerli değildir. En

basitinden Türk Divan Edebiyatının önemli isim-

lerinden Fuzûlî’ye atfen anlatılan, Kâbe’ye vardı-

ğı vakit Allah’tan acılarını arttırmasını talep et-

mesi, onun mutluluğu aradığı noktanın sayılan

hususlarla örtüşmeyip, hatta çeliştiğini gösterir.

Yine tasavvuftaki dervişlikte mutluluk, az yeme,

az uyuma, az konuşma, mala mülke ve dünya-

nın diğer nimetlerine meyletmeme, onlardan ola-

bildiğince uzak durma esasına dayanır. Nitekim

atalarımız “azıcık aşım, ağrısız başım” atasözüy-

le mutluluğu başkalarını kıskandıracak derecede

mal-mülk sahibi olmakta değil, tam tersine her-

kesin rahatlıkla elde edebileceği sade bir yaşantı-

da görürler.

Asırlar önce yaşamış bir mutasavvıf olan Feri-

düddin Attar da, çocuklara öğütler içeren ve na-

zım tarzında kaleme almış olduğu “Pendname”

isimli eserinde mutluluğu sadelik ve azla yetin-

mekte görür.

Özellikle “Malın varsa derdin var.” ilkesini be-

nimseyerek şöyle ifade eder şiir diliyle bu yakla-

şımını: “Oğlum arama mutluluğu parayla malla”,

“Yol erine yararı yok dünya varlığının/Düşün-

mez asla o yokluğu/Saf olur gönlü doğrulukla/

Kâfi olur hırkası ile lokması/Arttırmak isterse

PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*

MUTLULUKATTAR’A GÖRE

“Asırlar önce yaşamış bir mutasavvıf olan Feridüddin Attar da, çocuklara öğütler

içeren ve ve nazım tarzında kaleme almış olduğu “Pendname” isimli eserinde

mutluluğu sadelik ve azla yetinmekte görür.”

REÇETESİ

71Kasım 201170

malını mülkünü/Uzak kalır asıl saadetten”. Şiir-

den de anlaşıldığına göre asıl mutluluk âhirette

olup, bu dünyada derviş olmak gerekir. Dünyada

neye sahip olursanız olun sizi mutlu etmeye yet-

mez demek ister. Ona göre bırakın mutlu etme-

yi, hatta insana bir yük, bir meşakkat verir dünya-

nın mal ve mülkü. Bu yüzden Allah’tan zenginlik

dilememek gerekir: “Olmaz reva Allah’tan zen-

ginlik dilemek/Meşakkettir mü’minin zenginliği”

mısraları bunu anlatır. Tabii burada anlatılmak is-

tenen ahreti unutturup dünyaya yönelmeye sebep

olan mal-mülk ve zenginliktir. Allah’a kulluğu ve

âhireti unutturmadıktan sonra mal-mülk sahibi

olmanın ve zenginliğin bir

skıncası elbette yoktur.

Attar, mutluluk anah-

tarını dervişçe yaşamakta

görmekle kalmayıp, bu ya-

şantının rol model davranış

biçimlerini de aktarır. Bu

davranışlardan bazılarını

onun nazım şeklindeki seç-

me ifadelerinden hareketle

şöylece açıklayabiliriz:

Kıskançlık Etmemek

“Üzülmemek için dünyada/

bakma kıskançlıkla kimse-

ye”

“Ne uğursuz kıskançta ra-

hat/ ne bedbaht yalancıda

vefa olur”

Nefsin Arzularına Karşı Durmak

“Yüz çevir murat ve ar-

zudan. / Yönel Tanrı’nın

dergâhına.

Mutluluk çeker mutsuzlu-

ğu.”

Cimrilikten Sakınarak, Cömert

ve Alçakgönüllü Olmak

“Meşhur ol insanlığınla./Uzak ol kibirden, cimri-

likten.

Ol cömert,/âdet edin alçakgönüllülüğü.

Aydın olsun yüreğin dolunay gibi.”

Attar’a göre cimri karakterin tipik davranışları ve

hâlet-i rûhiyesi şu şekilde ifade edilir:

“Üç alâmeti var cimrinin/Söyleyim sana,

öğren oğlum./Cimri korkar önce dilenciden./Tit-

rer açlık belasından.

Rastlarsa yolda tanıdığa,/geçer yanından rüzgar

gibi,/der merhaba. *Doç. Dr.

Dokunmaz fayda ekmeğinden kimseye./Nasiple-

nir pek az kişi sofrasından.”

Öfkeden Sakınmak, Öfkeyi Kontrol Etmek

“Varsa dünyada ömrün tadı, zevki,/sakın öfken-

den, kahrından.

Görürsen halkın sana uymadığını,/uy sen onların

huyuna.

Geçmiyorsa istediğin eline,/ferah tut gönlünü.”

Kanaatkâr Olmak

“Nasıl zengin kılabilir dünya malı kanaatsiz kişi-

yi?”

“Yol erine yararı yok dünya varlığının./Düşün-

mez asla o yokluğu.

Saf olur gönlü doğrulukla./Kâfi olur hırkası ile

lokması.

Arttırmak isterse malını, mülkünü,/uzak kalır asıl

saadetten.”

Dünyanın Geçiciliğini Unutmamak

“Bir köprüye benzer dünya./Koyulmuşsun yola,/

geç ondan.

Kim yaparsa köprübaşına ev,/değildir akıllı,/de-

lidir deli.”

Özür Dilemeyi ve Özür Dileyenin Özrünü Kabuletmeyi

Bilmek

“Kabul et seni incitenin özrünü/ki bulasın mağ-

firet.

Tanrı sevmez insan incitenleri./Olmaz böyle has-

leti dindarların.

Kim yaralarsa zulümle birinin gönlünü,/Yarala-

mıştır kendi vücudunu.

Düşkünlük olur sonu/gönül kırma peşinde ola-

nın.

Oğlum!

Kalkma gönül incitmeye./Konuşma ileri geri Ya-

radanın hakkında.

Kırma kimsenin hatırını oğlum.”

Duyarsız, Dertsiz ve Tasasız Olmamak

“Değildir yol eri köşk, bağ, bahçe hevesinde.

Eksik olmaz yüreğinde dert hem de yara.

Diksen de gökyüzüne kadar bina,

gireceksin sonunda toprağın altına.”

Kibirden Uzak Olmak

“Kibirle başını kaldıran,/kalır kurt gibi tek başı-

na.”

Düşünmeden Konuşmamak ve Susmayı Alışkanlık Haline

Getirmek

“Susmayı alışkanlık haline getiren,/kaygı duymaz

hiç.

İstiyorsan selamet, sus.”

“Sâkin olup susan kimse,/giyer üstüne esenlik

giysisini.”

Minnet Beklemeden Hayır Yapmak, Başkalarının

Kusurlarını Görse De Susup Yadırgamamak ve Kendi İşini

Başkasına Yıkmamak

“Kim üç şeye alışırsa saadet bulur dünyada.

Minnet beklemeden hayır yapmak./Bunu yapan

layık olur rahmete.

Girse de hep başkasının kusurunu/kınamak için

açmaz ağzını.

Kimi görürsen doğru olmayan yolda,/yol göster

ona sevap kazanmak için.

Verme insanlara zahmet./Yükleme başkasına

kendi yükünü.”

Sabretmek

“Oğlum! Gâfil olma âhiretten./Mutlu olma bu

dünyanın malından, mülkünden.

Sabret dünyanın belalarına;/şükret nimet vakti

Tanrı’ya.”

Orh

an D

İNÇ

73Kasım 201172

Bir zamanlar efendi-

sinin evine her gün

nehirden su taşı-

yan bir köle vardı. Köle boynun-

da taşıdığı bir sopanın iki ucuna

birer kova asar, bu kovaları ne-

hirden aldığı su ile doldurur eve

getirirdi. Ancak kovalardan bi-

risi birkaç yerinden delinmiş

eski bir kovaydı. Dolayısıyla, ne-

hirde ağzına kadar doldurulan

suyun ancak yarısını tutabilirdi

eve kadar. Diğeri ise yepyeni ve

sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sız-

dırmadan taşırdı.

Tam iki yıl bu böylece de-

vam etti. Sucu köle nehirde iki

tam kova dolduruyor, efendisi-

nin evine geldiğinde ise geriye

sadece bir buçuk kova su kalı-

yordu. Deliksiz kova bu başarı-

sıyla gurur duyuyor ve ben işimi

tam görüyorum, diyerek böbür-

leniyordu. Zavallı delik kova ku-

surundan dolayı utanıyor ve

kendisinden beklenenin sade-

ce yarısını yapabildiği için hep

üzülüyordu. İki yıl boyunca de-

liğinden su sızdırmayı içine sin-

diremediği için, bir gün dile ge-

lip nehir kenarında sucuya şöyle

dedi:

- Ey sucu! Kendimden utanı-

yorum ve senden özür dilemek

istiyorum.

- Niye ki, diye sordu sucu.

- Neden utanıyorsun?

- İki yıl boyunca, yan tara-

fımdaki çatlaklar yüzünden su-

lar akıp gitti ve yükümün sadece

yarısını efendinin evine götüre-

bildim. Benim kusurum nede-

niyle sen de gayretlerinin karşı-

lığını tam alamıyorsun.

Sucu eski delik kovaya acıdı

ve şefkatli bir sesle şöyle dedi:

-Efendimin evine dönerken,

yol kenarındaki çiçeklere bir

dikkat et istersen.

Gerçekten de, tepeye çıkar-

ken, delik kova yol kenarında-

ki enfes yaban çiçeklerini gördü

ve bu onu birazcık neşelendir-

di. Ama yolun sonunda yine ke-

derlendi, çünkü yükünün yarı-

sını yine çatlaklardan akıtmıştı.

Bu başarısızlığından ötürü su-

cudan yine özür diledi. Sucu ko-

vaya şöyle dedi:

-Yolun sadece senin tarafın-

da çiçekler açtığını, diğer tara-

fında hiç çiçek olmadığını fark

etmedin mi? Bu neden böyle bi-

liyor musun? Ben senin delik ol-

duğunu baştan beri biliyordum

ve bundan faydalanmak iste-

dim. Senin tarafındaki yol kena-

rına çiçek tohumları ektim. Ve

her gün dereden dönerken onla-

rı sen suladın. İki yıl boyunca bu

güzel çiçeklerle efendimin ma-

sasını süsleyebildiysem, bu se-

nin sayende oldu. Senin sayen-

de, efendimin odası böylesine

güzelleşti.(Murat Çiftkaya, İl-

ham Öyküleri)

Hikâyede olduğu gibi haya-

ta ve olaylara olumlu bir şekil-

de bakılmalıdır. Amacımız sa-

dece, yolun sonu dediğimiz

hedefe ulaşmak olmamalıdır.

Yolun sonu dediğimiz hedefe

ulaşırken etrafımızdaki güzel-

likleri görebilmelidir.

Nedir bu yolun etrafındaki

güzellikleri görebilmek?

Hayatın içindeki olumsuz

yönlerden daha çok olumlu yön-

lerini görebilmektir. Bardağın

boş tarafını değil dolu tarafını

görebilmektir. Eşimizin, dostu-

muzun ve çocuklarımızın olum-

suz davranışlarını değil olum-

lu davranışlarını görebilmektir.

Mevlana Hazretlerinin: “Ayıpsız

dost arayana dostsuz kalır” de-

memiş midir? Elektriği bulmak

için Edison 999 defa (bazı riva-

yete göre de 9999) deneme yap-

mış. Etrafındakiler üstat demiş-

EğitimM. Emin KARABACAK

GÜZELLİKLERİGÖREBİLMEK

“Olumlu bakmak kişinin hem işini sevmesini hem de

kendini geliştirmesini sağlayacaktır. Faydalı olabilme

adına kendini geliştiren insan olaylara geniş açılardan

bakmayı öğrenecektir.”

75Kasım 201174

ler bir daha deneyince sayı da

bin olunca başarısız oldum diye-

bilir misiniz demişler.

Edison:

- Hayır, elektriğe gitmeyen

bir yol daha buldum diyebilirim,

bakış açısıyla hayata bakabilme-

lidir.

Memlekete ziyarete ya da

tatile gitmeye karar verdiği-

niz düşünelim. Tatil programı-

nı yaptıktan sonra akla, ne za-

man çıkalım sorusu gelecektir.

Baba, erken çıkalım erken vara-

lım der. Anne benim için fark et-

mez der. Çocuklar ise gündüz çı-

kalım hem etrafı seyrederiz hem

de piknik yaparız derler.

Babanın görünüşüne göre ha-

reket edilirse sadece önemli olan

hedefe ulaşmaktır. Annenin yak-

laşımı uyumlu gibi görünse de

hayattan da çok fazla beklenti-

si yok. Çocukla-

rın düşünceleri-

ne göre hareket

edilirse hem he-

defe ulaşmak

hem de hede-

fe ulaşırken za-

manı ve ortamı

en güzel şekilde

değerlendirmek

vardır.

İnsanoğlu-

nun hayatın-

da sadece bir

kesit olan bu

olay, gerçekten

de insanın ha-

yatını tümüy-

le nasıl değer-

lendirdiğini veya

nasıl değerlendirilebileceğini

gözler önüne sermektedir.

İnsanoğlu çocukluğunda bü-

yümeyi, büyüyünce okulu bitir-

meyi, üniversite kazanmayı, işe

yerleşmeyi, evlenmeyi, çoluk ço-

cuk derken emekli olmayı hedef-

ler. Oysa hedeflerine adım adım

ulaşırken içinde bulunduğu za-

manı ve ortamı en güzel şekilde

değerlendirmeyi aklının ucuna

bile getirmez. Hayatındaki gül-

leri değil dikenleri görerek yaşa-

maya çalışır.

Bir ömür faslı nasılsa geçe-

cektir. Kimi yetmiş yaşında, kim

elli yaşında, kimi hayatın baha-

rı dediğimiz genç yaşta ölüm-

le tanışacaktır. Ölüme giden ha-

yat yolunda zamanı ve ortamı en

güzel şekilde değerlendirmek ge-

rekir. En güzel şekilde değerlen-

dirme adına kendimize eşimize,

çocuklarımıza ve çevremize en

azından tebessüm etmeyi bece-

rebilmeliyiz.

Sabah işe başladığımız za-

man, akşam eve gitmek için za-

manı geçirmek yerine işimizi en

güzel şekilde nasıl yaparım, in-

sanlara nasıl yardımcı olabilirim

diye düşünülmedir. Hatta bunu

düşünce eyleminde öte, fiili ola-

rak uygulamakla hem insanları

hem de kendimizi mutlu etmiş

oluruz. Önemli olan burada ba-

kış açısıdır. Çünkü olumlu bak-

mak kişinin hem işini sevmesi-

ni hem de kendini geliştirmesini

sağlayacaktır. Faydalı olabilme

adına kendini geliştiren insan

olaylara geniş açılardan bakma-

yı öğrenecektir.

Her gün evimizden işimize

giderken zihnimizi olumsuzluk-

larla meşgul etmek yerine fay-

dalı şeylerle meşgul etmeliyiz.

Dolmuş ve otobüslerde insan-

lara baktığınız zaman herkesin

camdan dışarı baktığını görür-

sünüz. İnsanlar yanındakilerle

ya iletişime kapalı olduğundan

ya da diğer insanları rahatsız et-

meme adına konuşmamakta-

dırlar. Oysa eline bir kitap veya

dergi alıp okusa ya da zikir yap-

sa bence içinde bulunduğu anı

en güzel şekilde değerlendirmiş

olacaktır.

Gerçektende bunları akli se-

lim şekilde bir düşündüğümüz

zaman, ne kadar önemli olduğu-

nun farkına varmaktadır insan.

Telafisi ve dönüşü olmayan bir

hayat yolunda bulunduğumuzu

ve bulunduğumuz konum ve ye-

rin kıymetini bilerek yaşamak ve

değerlendirmek gerekir.

ÂH AKŞAMLAR

Işıl ışıl süslenmiş ay, Semâ sanki sırça saray Olsa bile gurbetteyim, Hasret içre hasretteyim. Üzerime yürür gamlar, Âh akşamlar...

İçerim köz, dışarım kar, Savruluyor son umutlar. Yalnızlık bir yalın alev, Gölgesinde gezinir dev. Başıma yıkılır damlar, Âh akşamlar...

Yüreğimde gül memleket, Canımda bülbül memleket. Sesler gelir dertli yanık, Âlem uyur, ben uyanık, Perçeminden hüzün damlar, Âh akşamlar, âh akşamlar... Bestami YAZGAN

EZRY

A R

AHM

AN

77Kasım 201176

EdebiyatVedat Ali TOK Yandaki beytin kime ait olduğu bilin-

miyor. Klâsik edebiyatımızda sahibi

bilinmeyen şiirlerin, beyitlerin altına

“Lâedrî” yazılır. Bazı şairler de şiirlerine adlarını

yazmayı kibir saydıkları için “Lâedrî” imzasını at-

mışlardır. Her halükârda bir tevazu örneği sayıla-

cak bu davranış söylenen şiiri, beyti anonim hâle

getirmiştir. Bir bakıma halkın ortak malı, ortak

zevki durumuna gelen bu tür beyitler, nakledenin

kültürüne, eğitim düzeyine ve kelime hazinesine

göre de kelime ve anlam değişikliğine uğratılmış-

tır. Nitekim bu beyit bazı kaynaklarda,

Ârif ile sohbet etmek inci mercân incidir

Ahmak ile sohbet etmek âkıbet cân incidir

Biçiminde de görülmektedir.

Sözün, konuşmanın, muhabbetin insan haya-

tında büyük bir önemi vardır. İnsan sözünden,

hayvan yularından tutulur denmiştir. İnsanı an-

lamanın ölçülerinden biri de onu konuşturmaktır.

Çünkü söz, insanın aynasıdır. Fuzûlî, “Söz, gönül

hazinesinin mücevheri, insan karakterini yansı-

tan aynasıdır.” diyor. Yine Fuzûlî:

Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır

Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz

“Doğru söylemekle sözün kadir ve kıymetini

artıran kişi, kendi kadir ve kıymetini artırır. Söz

ne kadar değerli ise sahibini de aynı derecede de-

ğerli kılar.” demektedir.

Muhabbet, istişare, sohbet… Bunlar, sosyal bir

varlık olan insanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından-

dır. İnsan; her gün, her an başkaları ile iletişim

halindedir. İşte bu noktada ilişki içinde bulun-

duğumuz çevre büyük bir önem arz ediyor. İnsan

dostunu, arkadaşını seçmekte hürdür. Bu, bir ba-

kıma insanın kendi hayatını da etkileyecek bir se-

çimdir. İnsan kiminle dost olur, ünsiyet kurarsa

onun boyasıyla boyanır. Zamanını bilgili, kültür-

lü kimselerle geçirenler ruh aydınlıklarına kavu-

şur; dimağlarını her an taze tutarlar. Cahillerle ar-

kadaşlık kuranlar ise malayani ile uğraştıkları için

ne kendilerine, ne de etraflarına fayda sağlarlar.

İnancımızda, geleneğimizde, kültürümüzde

âlimlere, âriflere büyük değerler verilmiş, on-

lara üstün görev ve sorumluluklar yüklenmiş-

tir. Âlimin ölümü, âlemin ölümü kabul edilmiş-

tir. Âlimlerin kalemindeki mürekkeple şehitlerin

kanları mukayese edilebilir olmuştur. Bütün

bunların sebebi bilgin ve bilgelerin hayatımız-

da oynadıkları önemli rollerden kaynaklanmak-

tadır. Bir milletin hayatiyeti âlimlerin beyinle-

ri ile doğrudan orantılıdır. Onlar bilgi ve fikirleri

ile milletlerin hallerine ve istikballerine yön ve-

rirler.

Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu

söyleyeyim, demiş atalarımız. Hayatta her şey

maddî değerlerle kıymet kazanmaz. İnsan bazen

okuduğu bir kitaptan aldığı lezzetle büyük gönül

zenginliklerine ulaşabilir; dinlediği bir bilgenin

sözüyle hayatı değişebilir insanın. Onlarla sohbet

etmek cana can katar. Beyitte işaret edildiği gibi

manevî anlamda incilere, mercanlara mücevher-

lere gark olur insan. Âlim ne söylediğini bilen in-

sandır. Cahil ne konuştuğunu, sözünün nereye

varacağını bilmez. Öyle bir söz söyler ki bizi üzer,

onunla dost olduğumuza bin pişman eder bizi…

Resulullah (s.a.v.) Efendimize cahilin kim ol-

duğunu sordukları zaman; cahilin vasıflarını an-

latıyor. Bu tarifin zıddı da elbette âlimlerin beya-

nıdır. Diyor ki Efendimiz:

“Cahil ile arkadaş olursan seni zahmete dü-

şürür. Uzak durursan küfreder. Sana bir şey ve-

rirse minnet eder, sen bir şey verirsen nankör-

lük eder. Sırrını ona söylersen hıyanet eder;

sırrını sana söylerse seni (onu yaymakla) suç-

lar. Zengin olursa azar, kaba ve katı yürek-

li olur; fakir olursa Allah’ın nimetini inkâr eder

ve günahtan çekinmez. Sevinçli olursa haddi-

ni aşar ve azgınlık yapar, üzülürse ümitsizliğe

kapılır. Gülerse kahkahayla güler, ağlarsa çığ-

lık atar. İyilere dil uzatır, Allah’ı sevmez, O’nun

haklarını gözetmez, O’ndan utanmaz, O’nu an-

maz. Razı etsen seni över ve sende bulunmayan

iyilikleri sana nispet verir; sinirlenirse övgüle-

ri kesilir ve sende bulunmayan kötülükleri sana

nispet verir. İşte cahilin durumu budur.”

mercÂnİncİ

“Âlim ile sohbet etmek inci mercân incidir

Câhil ile sohbet etmek âkıbet cân incidir” / Lâedrî

(Bilgili kimselerle sohbet eden çok kıymetli şeyler kazanır.

Cahillerle sohbet eden kimsenin nihayetinde canı yanar.)

79Kasım 201178

13.500 yıl öncesine dayanan tarihî geçmişiyle

Urfa, tarihte dünya kültür ve medeniyetinin

merkezi kabul edilen ve arkeoloji literatü-

ründe “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan böl-

ge üzerinde yer alması sebebiyle yeryüzünün ilk

medeniyet ve kültürlerinin yaşandığı şehirlerden

biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya Uygar-

lık Tarihi’nin kutsal kentleri arasında ilk sıralar-

da yer alan Urfa, “Peygamberler Şehri” unvanını

sahip bir ilimizdir. Urfa’nın tarihine bir göz atıl-

dığında kente bu unvanın verilmesinin çok yerin-

de olduğunu anlayabiliriz. Şöyle ki;

Hz. Nuh (a.s) Kur’an’daki geçen ifadeye göre

tufan sonrası Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağı-

na oturmuştur. Gerek Kutsal kitaplara ve gerekse

tarihî kaynaklara dayanmasa da geminin oturdu-

ğu Cudi Dağının Urfa ilinin sınırları içinde oldu-

ğuna inanılır.

Hz. İbrahim (a.s) Urfa’da doğmuş, burada ya-

şamış ve en önemli mesajını burada vermiştir.

Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele et-

tiği için burada ateşe atılmıştır.

Hz. Lût (a.s), Hz. İbrahim (a.s)’ın karde-

şi Harran'ın oğludur. Urfa' da doğmuş ve ilk ço-

cukluğu Hz. İbrahim ile beraber geçmiştir. Onun-

la beraber Harran'da da yaşamıştır. Amcası Hz.

İbrahim'in ateşe atılmasını gören Hz. Lut (a.s)

daha sonra Urfa'dan Sodom ve Gomore şehirle-

rine doğru yola çıkmış orada kendisine peygam-

berlik verilerek insanları Allah’ın dinine davet et-

miştir.

Hz. Yakub (a.s) İbrahim (a.s)’in torunu ve

İsrailoğulları’nın atası olup Harran'da evlenmiş

sonra Ken’an İline hicret etmiştir.

Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalık çektiği mağara

ve yıkanarak şifa bulduğu kuyu bugün Urfa'nın

Eyyûb Peygamber semtindedir. Karşılaştığı sı-

kıntılara karşı tam bir tevekkülle sabreden Eyyûb

(a.s) Urfa'da vefat etmiş olup kabri Eyyûb Nebi

köyündedir.

Hz. Elyasa' (a.s) Hz. Eyyûb’u ziyaret etmek

amacıyla yola çıkmış; yıllarca dolaştıktan sonra

Eyüp Nebi Köyü’ne yaklaştığında karşısına şey-

tan çıkmış.

Hz. Eyyûb’un yaşadığı köye epey yaklaşma-

sına rağmen şeytan ona, daha yolun yarısın-

da olduğunu söylemiş. Bunun üzerine yaşı epey

ilerlemiş olan Hz. Elyesa, Hz. Eyyûb’a ulaşama-

yacağını düşünerek Allah’tan canını almasını di-

lemiş ve oracıkta vefat etmiş.

Hz. Şuayb (a.s), Harran’a çok yakın mesafe-

deki Şuayb Şehri'nde yaşamış, Musa (a.s), Şuayb

Şehri yakınındaki Soğmatar'da Şuayb (a.s) ile bu-

luştuğu anlatılmaktadır. Fakat bu bilgilerin tarihi

Örnek Hayat Yusuf HALICI

kaynaklar-

da dayanağı

yoktur.

Hz. Musa (a.s)’ın

Şuayb Peygamber’in ya-

nına giderek uzun süre onun

hizmetinde bulunduğu ve kızıyla

evlendiği bilinmektedir. Şuayb Şehri-

ne yakın Soğmatar’da Hz. Musa (a.s)’nın

kuyusu ve asasının izi olarak bilinen iki yer

halen ziyaret edilmektedir.

Hz. İsa (a.s)’ın Urfa'yı kutsadığına dair bir

mektup ile zamanın Urfa Kralı Abgar Ukkama'nın

yakalandığı bir hastalıktan kurtulması amacıy-

la yüzünü sildiği mendili krala gönderdiği hat-

ta o mendile Hz. İsa (a.s)’ın yüzünün portresinin

çıktığı rivayet edilmektedir. Yine rivayetlere göre

Hıristiyanlık devlet dini olarak dünyada ilk defa

bu kral döneminde Urfa'da kabul gördüğü bilin-

mektedir. Saymaya çalıştığımız bu nedenlerden

dolayı Urfa bir diğer adı olan “Peygamberler Şeh-

ri” unvanını hak ettiğine inanıyoruz.

Ayrıca, eski bir yerleşim yeri olması sebebiy-

le burada çok farklı inanç grupları yaşamıştır. Üç

büyük semavî din mensuplarının ve değişik inanç

gruplarının burada yaşamış olması, Şanlıurfa’nın

dinî hayatına önemli etki etmiştir. Bu açıdan ba-

kıldığında Urfa'nın dinler tarihi ve inanç turiz-

mi yönünden Mekke ve Kudüs'ten sonra dünya-

nın önemli inanç merkezlerinden biri olduğunu

da kolaylıkla söyleyebiliriz.

Dinî hayatın son derece canlı olduğu bir yer-

de elbette ki, tasavvufî hayatta o derece canlı ola-

caktır. Tarihsel süreçte Urfa’da tasavvuf ilminin

de birçok kolu halk arsında kabul görmüş, bu çer-

çevede, insanlara manevî rehberlik yapan, onlar-

la manevî dünyalarını paylaşan pek çok şahsiyet

yetişmiştir.

Şeyh Hayât Bin Kays El-Ensarî El-Harrânî

Harran’da doğup yetişmiş dönemin önde ge-

len ariflerinden-

dir. Doğum tarihi

hakkında, kaynak-

larda bir bilgi bulun-

mayan Şeyh Hayât Haz-

retleri zühd anlayışına

yönelik bir arınma terbiyesini,

Yaratıcı’ya vuslatta esas alan bir

evliyadır.

Künyesindeki “Ensârî” nisbesi onun

sahabe soyundan geldiğinin bir gösterge-

sidir. Dindar bir aileden gelen Şeyh Hayât’ın,

Harran’da elli yıl Hüseyin el-Bevârî’nin sohbetle-

rinde bulunduğu, namazlarını sürekli olarak ce-

maatle kıldığı rivayet edilir.

Harran’da adını taşıyan mescidin kıble tara-

fında inşa edilen zaviyesinde irşad faaliyetlerinde

bulunan Harrânî Hazretleri bölgenin en çok say-

gı gösterilen şeyhi olup kendisi Nureddin Zengî

ve Selâhaddin Eyyûbî gibi bazı sultan ve ordu ko-

mutanları tarafından ziyaret edilmiştir.

Büyük bir mutasavvıf olması, Allah aşkıyla gö-

nüllere kapılar açması, halk arasında büyük bir

teveccüh kazanmasına ve çevresine birçok mü-

rid toplamasına sebep olmuştur.Yumuşak huy-

luluğu, güler yüzlülüğü, cömert kişiliği, helâle ve

harama dikkat etmesi ve gece ibadetlerine çok

ehemmiyet vermesi ile bilinen Şeyh Hayât Haz-

retlerinin hayattaki en temel gayesi Allah rızası-

nı kazanmaktır.

Keşf ve kerametleri açık Harrânî Hazretleri

için vefatından sonra da tasarrufları devam eden

dört evliyadan biri olduğu söylenmektedir. 1185

velİlerİ URFA

81Kasım 201180

(H.581) yılında

Harran’da vefat

etmiş oraya defnedil-

miştir.

Dede Osman Avni Efendi

Büyük mütefekkir, mutasavvıf Dede Os-

man Avni Efendi Urfa’da doğdu. Seyyid olup,

bütün fertleri mutasavvıf olan bir ailenin çocu-

ğu olarak dünyaya gelen Dede Osman Avni Efen-

di hayatını Urfa’da Mevlid-i Halil Dergâhında, in-

sanları irşad ile geçirmiştir.

Dede Osman Efendi daha önceleri Rufaî iken,

sonraları Kadiri Şeyhi olan dedesi Eyyûb Urfavî

Hazretlerine intisap etmiştir. Dedesinin vefatın-

dan sonra Abdurrahman-ı Halis Talabanî Haz-

retlerinin halifelerinden Şeyh Abdulkâdir Kamil

Hazretlerine intisap etmiş, onun vefatından sonra

da makam-ı irşada oturmakla müşerref olmuştur.

Dede Osman Avni Efendi ilmiyle amil, fazıl ve

muttaki bir zat idi.

Rivayete göre Dede Osman Avni Hazretleri

bu ümmetin işlemiş olduğu günahları ve dünya-

nın çirkefini görmeye dayanamadığından Cenab-ı

Hakk’a şöyle bir duada bulunur:

- Ey merhameti bol olan Allah'ım! Sen işi-

nin hâkimisin.

Ben ümmet-i

Muhammed'in

günah İşleme-

sine, bu dün-

yanın çirkefine

tahammül ede-

miyorum. Göz-

lerimin ışığını al

da onları görme-

yeyim.

Cenab-ı Hak,

duasını kabul

buyurur. Hazre-

ti Şeyh bu vakit-

ten sonra gözleri

açık olmasına rağ-

men görme hasletini

kaybetmiştir.

Urfa’da yaşayan ve yetişen

sûfî meşrep zatlar içerisinde tari-

kat silsilesine sahip olan nadir şah-

siyetlerden biri olan Dede Osman Avni

Efendi 1883 yılında vefat etmiştir. Tür-

besi Mevlid-i Halil Camisi avlusunun güne-

yinde yer almaktadır.

Şeyh Mes’ud Hazretleri

Devrinin âlim ve mutasavvıflarından olan

Şeyh Mes’ud aslen Batı Türkistan yakınlarındaki

Nişabur’dan olup Urfa’ya sonradan geldiği bilin-

mektedir. Asıl adı Şeyh Mes’ud olamasına rağmen

halk arasında yanlış olarak “Şıh Maksut” diye ta-

nınmaktadır.

Türbe kitabesine, göre Şeyh Mes’ut’un Hoca

Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya insanları tebliğ ve

irşat için gönderdiği Alperenlerinden olduğu be-

lirtilmektedir.

Zengiler'in ve Eyyûbilerin Urfa'ya hâkim ol-

dukları bir dönemde öğrencileri ile kente gelen

Şeyh Mes'ud’un o dönemde özellikle Urfa’da ve

çevresinde bugün türbesinin olduğu yerde kurdu-

ğu dergâhında, insanların İslâm’ı öğrenme nokta-

sında büyük hizmetleri olmuştur.

URFA ŞEHRENGİZİ

“Urfa, ateşin gerçek âşıkları yakmadığı yegâne şehirdir…”

Maneviyat cevheri, yirmi dört ayar Urfa!...Şehrin ak aynasında Rahman’a kayar Urfa!...

Barınamaz hainler bu kutlu topraklardaTam tekmil silahını alnına dayar Urfa!...

Nâbî’nin kutlu şehri, şairler yatağıdırMeydan okur zamana, namını yayar Urfa!...

Nice kutlu misafir iz bırakır topraktaSırf bu yüzden kendini bahtiyar sayar Urfa!...

Sızıdır yüreğinde Eyüp Peygamber sabrıYalana demir yumruk, hakikate yâr Urfa!...

Ayn Zeliha Gölü’nde dile gelir çınarlarÖlümsüzlüğe kundak, aşklara diyar Urfa!...

Sıra gecelerinde dile gelir saz cümbüşİffeti için ölür, canına kıyar Urfa!...

Balıklı Göl’de sular gizler nice sırları Gül yüzlü şehirlere kendini koyar Urfa!...

Bağrını İbrahim’e açar sonsuza kadar…Nemrut suratlıların gözünü oyar Urfa!...

Halfeti’yi görenler dünya cenneti sanırBembeyaz bulutları al renge boyar Urfa!...

Geceyi aydınlatır aydan arı cemaliİbrahim sofrasında yedikçe doyar Urfa!...

Yüreklerin alevi tutuşturur sularıHallaç-ı Mansur gibi tenini soyar Urfa!...

İbrahim’in aşkıyla gülistan olur ateşHakk’ın azametini her vakit duyar Urfa!...

Enbiyalar diyarı, nübüvvetin pınarıYüz çevirir batıldan, Hakk yola uyar Urfa!...

M. Nihat MALKOÇ

83Kasım 201182

HikâyeRaziye SAĞLAM

- Alper, Salih, Ömer! Hadi Ayşenur’u da alıp

gelin yemek hazır. Ellerinizi yıkamayı unutma-

yın.

Çocuklar annelerini hiç duymadan, oyunla-

rına devam ettiler. Ağaçların etrafını dolanarak

“Elim sende!” oynuyorlardı. Handan yeniden

ama daha yüksek seslenince hemen oyunu kesip

iki yaşındaki Ayşenur’un da elinden tutarak ko-

şup geldiler. Çeşme sırası beklerken, itişip kakı-

şarak oldukça çok gürültü yaptılar. Anneannele-

ri Narin Hanım onları izlerken “Çocuk olasın şu

dünyada” diye gülümsedi.

Handan en büyüğü dokuz yaşında olan çocuk-

ları, anne ve babasıyla birlikte Bursa yakınların-

daki çiftlikte yaşıyordu. Kocası, aniden bir kriz

geçirip ölünce, çevredekilerin “Kocasının yoklu-

ğunda, bu çiftliği zor idare eder.” diye kendi ara-

larında konuştuklarını duyup çok üzülmüştü.

Şeftali bahçeleri, arı kovanları ve üzüm bağları

vardı. Ayrıca çocuklara taze süt ve peynir olsun

diye inek beslemeye başlamışlar, yaptıkları pey-

nir ve yoğurtlar çok beğenilince, üretip satmak

için mandıra kurmuşlardı.

Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan

sonra, baş başa kaldıklarında Baki gelecekle ilgili

yapmak istediklerini anlatırdı. Sık sık İstanbul’a,

giderken Handan, onun yapacağı işlerle ilgili ol-

duğunu düşünür sesini çıkarmazdı. Akrabaların-

dan bazıları “Bak, erkeği böyle boş bırakmaya

gelmez. Oralarda başına bir iş getirmesin sonra?”

diyerek kendilerince onu uyarmaya çalışırlardı.

Handan bazen bu laflardan etkilenir, yeise düşer

sonra bu vesveseleri hemen kafasından kovardı.

Baki’nin hayalinde bir fabrika kurmak vardı ve

inanıyordu ki o bunun için gidiyordu. Bir marka

olup ihracat yapmanın öneminden bahsederken,

Handan onun heyecanından çok etkilenirdi. En

çok da “Birkaç seneye kadar çiftliğimiz için, çok

güzel hediyelerim olacak.” derken gözlerinde gör-

düğü pırıltıyı severdi.

Şimdi eşinin hayallerini gerçekleştirmek

Handan’a kalmıştı. Bütün bu işlerin yönetimi el-

bette çok zordu. Üniversiteyi bitirdiği yıl evlen-

mişti Baki’yle. Hiç çalışma hayatı olmamıştı. Hat-

ta arkadaşları ve akrabalarından bazıları, “Evde

oturmak için mi okudun onca yılı. Üstelik adam

senden on yaş büyük ve lise tahsili bile yok.” diye

eleştirmişlerdi onu.

Baki’nin ardından sudan çıkmış balığa dön-

müştü. Ne yapacağını bilmiyordu. Ya kocasının

onca emekle bu hale getirdiği çiftlikte işleri ida-

re edemezse…

Kırk mevlidi için İstanbul’dan gelen abisi Der-

viş, tedirgin halini görüp ne olduğunu sorunca

- Abi korkuyorum! Baki’nin bıraktığı gibi de-

vam edemeyeceğim diye, geceleri gözüme uyku

girmiyor.

Derviş bacısının ellerini avuçları arasına alıp,

gülümseyerek gözlerinin içine baktı.

- Handan, bu kadar tedirgin olup kendini üz-

mene gerek yok. Günümüzde artık her şey çok

değişti. Tamam, Baki her işin başındaydı. Çok da

iyi yönetirdi ama sen de yapabilirsin. Şimdi ar-

tık her şeyin uzmanı var. Yarın birlikte gidelim

İstanbul’a orada bildiğim çok iyi danışmanlar

var. Olmadı buraya onlarla birlikte döneriz. Ba-

kar incelerler, sen hiç korkma. Bak her şey nasıl

yolunda gidecek.

Handan, abisi ile konuşunca biraz içi rahat-

lamıştı. İçeri girdiğinde annesi çocukların hep-

HEDİYE“Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan sonra, baş başa kaldıklarında Baki

gelecekle ilgili yapmak istediklerini anlatırdı. Sık sık İstanbul’a, giderken Handan,

onun yapacağı işlerle ilgili olduğunu düşünür sesini çıkarmazdı.”

Kasım 201184 85

sini yatırmıştı. Handan hepsini tek tek öptü,

Ayşenur’un pikesini örterken “Yavrum! Babası-

nı hiç hatırlamayacak.” diyerek yaşaran gözlerini

sildi. Sonra düşen omuzlarını dikleştirdi ve karşı-

sında biri varmış gibi “Yavrularım için başaraca-

ğım Allah’ın izniyle. Ailem bana güveniyor.” dedi.

Handan İstanbul’dan gelen iki uzmana baba-

sıyla birlikte bahçeleri gezdirdi. Baki’nin aldığı

notları incelediler. Bir diğer uzman da mandıra ve

kovanları inceledi. Handan onları dinlerken, bazı

notlar aldı.

Uzmanların danışmanlığında çiftlikte, yeni

bir sistem kurdu. Kendinin daha az yorulduğu fa-

kat daha verimli sonuçlar alınan bu sistemin so-

runsuz ilerlemesi için, yeni elemanlar işe aldı. Bu

arada çocuklar da babalarının yokluğuna giderek

alışıyorlardı. Çiftlikte her şey yolunda gidiyordu.

Şimdi eşinin hayali olan fabrika kurma çalışmala-

rına başlayabilirdi. Baki zaten fizibilite çalışmala-

rını yapmış, fabrikanın yapılacağı arsayı bile ayar-

lamıştı.

Fabrikanın temeli atılacağı akşam yatsıdan he-

men sonra yattı. Çok heyecanlıydı. Bir süre müca-

deleden sonra uyuyakaldı. Gece birtakım karışık

rüyalar gördü. Arada Baki’nin yüzünü de görü-

yordu. Sabah ezanları okunurken, birden uyandı.

Gördüğü rüyalardan sanki yorulmuştu. Ne gördü-

ğünü hatırlamaya çalıştı ama sadece Baki geliyor-

du gözünün önüne. Sanki ona gülümsüyordu. Bel-

ki de öyle inanmak istiyordu. Namazı kıldıktan

sonra Yasin-i Şerif okudu ve “Allah’ım fabrikamı-

zın temelini hayırlısıyla atabilmeyi ve tez zaman-

da yapabilmeyi nasip et. Yasin-i Şerif hürmetine

içimdeki sıkıntıları yok et.” diye dua etti. Bahçeye

indiğinde kahvaltı hazırdı. Anne ve babası çocuk-

lar hepsi masaya oturmuş gülümseyerek onu bek-

liyorlardı.

Babası Kerim Efendi, onun sıkıntılı halini gö-

rüp sofradan kalktı ve:

- Kızım, bugün senin günün. Hiç gönlünü da-

raltma, hayır için yola çıktın hayırlara vesile olur

inşallah, diyerek kucakladı onu.

Handan da babasına muhabbetle sarılırken

- Allah razı olsun sizden. İyi ki varsınız dedi.

Çocukların hepsi birden alkışlayınca Handan ken-

dini tutamayarak güldü ve:

- Deliler! Muziplik için de hiç fırsatı kaçırmaz-

sınız. Hadi bakalım hemen kahvaltımızı yapalım

bu gün çok işimiz var.

Neşe içinde yemeklerini yerken telefon çaldı.

Arayan Baki’nin İstanbul’daki ablası Gültezer’di.

Karşılıklı hatırlar sorulduktan sonra:

- Handan’cım fabrikan şimdiden hayırlı olsun.

Ben gelemeyeceğim, okuldan izin alamadım ama

sana üç tane misafir gönderiyorum.

- Buyursunlar abla; ama keşke sen de gelsey-

din. Misafirler kim ben tanıyor muyum?

- Yok sanmıyorum. Onlar gelince kendini ta-

nıtır. Hadi canım çocukları öp benim için. Kerim

Amca ile Narin Teyzeye hürmetler.

Kurban kesilip dualar edildi. Belediye Başka-

nıyla, Sanayi Bakanı Yardımcısı da törene katıl-

dı. Çevreden de katılım çok oldu. Handan temel

atılırken gözyaşlarını tutamadı. Sanki Baki’nin

ruhaniyeti oradaydı ve ona gülümsüyor gibiydi.

Ardından kurulan büyük sofralarda yemekler ye-

nip kahveler içildi. Öğleden sonra misafirler da-

ğılırken kâhya üç gencin onu görmek istediğini

söyledi. “Şeftali bahçeleri için Ziraat Mühendisi

gelecekti. Hasibe yemek hazırlasın onlar için, mi-

safirleri yolcu edip geliyorum.”

Gençler yemeklerini yedikten sonra, Handan

yanlarına geldi. İyi giyimli yirmi beş yaşlarında üç

genç, onu görünce saygıyla ayağa kalktılar. İçle-

rinden biri konuşmaya başladı.

- Efendim ben Burak, arkadaşlarım da Sami

ile Celal. Baki Abinin vefatını duyunca çok üzül-

dük ancak yurt dışında olduğumuz için başsağlı-

ğına gelemedik.

- Eksik olmayın. Siz nerden tanıyordunuz

Baki’yi.

Sami:

- Efendim bizler yetiştirme yurdunda büyü-

dük. Sami Abi sürekli ziyaret edip, bizimle ilgile-

nirdi. On sekiz yaşında yurttan ayrılmamız gerek-

tiğinde, bize ev tuttu ve üniversiteyi okuttu. Ben

İşletme okudum. Burak Endüstri Mühendisi, Ce-

lal ise Ziraat.

Handan:

- Demek sık sık İstanbul’a gitmesinin nedeni

buymuş, dedi kendi kendine, gözleri dolarak.

- Sizi Gültezer Hanım mı gönderdi.

O zamana kadar hiç lafa karışmayan Celal:

- Evet efendim. Sami Abinin yokluğunda, Gül-

tezer Abla bizimle gerçekten abla gibi ilgilenirdi.

Sami Abi okullarımız bitince bizleri yurt dışına

gönderdi. Orada eğitimimizi tamamlayıp döndü-

ğümüzde ise acı haberini duyduk. Çok üzgünüz.

Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz. Ona böyle söyle-

dikçe güler ve “Sizinle çok işimiz olacak çocuklar.

O zaman asıl ben size teşekkür edeceğim.” derdi.

Sami:

- Şimdi biz onun hakkını ödeyemeyiz, ama

onun sayesinde aldığımız eğitimle iyi bir şeyler

yapabileceğimize inanıyoruz. Eğer bize ihtiyacı-

nız olursa…

Handan artık gözyaşlarını tutamıyordu. Bir

süre sessiz kalıp ağladı. Çocukların da gözleri dol-

muştu. İçinden “ Kıymetli hediyelerini aldım ka-

bul ettim.” dedi.

87Kasım 201186

SağlıkAkın DİNDAR

SONBAHARDEPRESYONUNA DİKKAT!

“Kendini üzgün ve boş hissetme, ilginin azalması ve zevk alamama, nedensiz kilo

alma veya kaybetme, uykusuzluk veya aşırı uyuma, aşırı hareketlilik veya uyuşukluk,

sürekli, nedensiz yorgunluk ve enerji kaybı, değersizlik ve suçluluk duygusu,

düşünme, konsantre olma yetisinin azalması, ölüm ve intihar düşüncesi…“

Güneşin giderek etkisini kaybettiği son-

bahar aylarında günlerin kısalması ve

yaz tatilinin sona ermesiyle beraber bazı

ruhsal problemler ortaya çıkabiliyor. Özellikle

sonbahar döneminde nükseden ve gündelik ya-

şamı olumsuz etkileyen depresyonun belirtileri

ve tedavi yöntemlerini Nöroloji Uzmanı Dr. Meh-

met Yavuz anlatıyor…

Soğuk kış günlerinin habercisi olan sonbahar,

yaz aylarının sıcak ve aydınlık günlerini aratıyor.

Bu durum da yaz aylarını açık havada geçirenleri

karamsarlığa sürüklüyor. Sonbaharda azalan gü-

neş ışınları mutluluk hormonu seratonin salgıla-

masının azalmasına, beyin kimyasının değişme-

sine ve bunların sonucunda depresyona neden

olabiliyor. Aynı mevsimsel depresyonun kış ay-

larında da görüldüğünü belirten Dr. Mehmet Ya-

vuz, yaz mevsiminin hemen ardından geldiği için

sonbahar depresyonuna daha sık rastlandığını

vurguluyor.

Depresyonun Belirtileri Nelerdir?

En az iki hafta boyunca bu şikâyetlerden beşi-

ni yaşıyorsanız depresyonda olabilirsiniz; Kendi-

ni üzgün ve boş hissetme, ilginin azalması ve zevk

alamama, nedensiz kilo alma veya kaybetme, uy-

kusuzluk veya aşırı uyuma, aşırı hareketlilik veya

uyuşukluk, sürekli, nedensiz yorgunluk ve enerji

kaybı, değersizlik ve suçluluk duygusu, düşünme,

konsantre olma yetisinin azalması, ölüm ve inti-

har düşüncesi…

Depresyonu Önlemek Mümkün mü?

Mevsim değişikliği ile ortaya çıkan depresyo-

na karşı Dr. Yavuz bu önerilerde bulundu;

Gün ışığından mümkün olduğunca faydala-

nın. Bulutlu günlerde dahi sabah veya öğle ara-

sında vaktinizi 20-30 dakika dışarıda geçirin.

Spor yapın. Günde 30 dakikalık aktif, tempolu

bir yürüyüş yeterli olabilir. Sağlıklı beslenin. İş-

tahınız artsa da karbonhidrat ve basit şekerlere

fazla yüklenmeyin ve bol bol su için. Çok uyuma-

yın. Zor da olsa sabah yataktan erken kalkma-

ya çalışın. Yeni hedefler, yeni planlar belirleyin.

İşyerindeki isteksizliği azaltmak için sık ve kısa

molalar verin. Sosyal yaşamınızı keyif alabilece-

ğiniz aktivitelere göre yeniden planlayın.

En Etkili Yöntem TMS Tedavisi…

Son derece açık belirtileri nedeniyle kolayca

teşhis edilebilen depresyonun tedavisinde ilaç

ve psikoterapi yöntemleri kullanılabilir.

Ayrıca TMS tedavisi, depresyon konusunda

önemli bir yöntemdir. Dr. Yavuz, manyetik si-

mülasyon tedavisiyle ilaçlara cevap vermeyen ya

da tam düzelmeyen hastalarda beyne şok man-

yetik uyarılar göndererek, beynin hastalanma-

dan önceki sağlam durumuna dönmesini amaç-

ladıklarını dile getirdi. TMS tedavisi özellikle

hamile ya da emzirme döneminde olan veya ilaç

kullanması sakıncalı hastalarda tercih edilen bir

yöntem.

Mutlaka Bir Uzmana Başvurun

Hastalığın şiddetine, kişinin yaş, cinsiyet ve

kilosuna göre var olan ilaçlar ve diğer tedavi se-

çenekleriyle başarılı sonuçlar elde edildiğini be-

lirten Dr. Yavuz, depresyon belirtileri yaşayan

kişinin mutlaka bir psikiyatri uzmanına başvur-

ması gerektiğini vurguladı.

Kasım 201188 89

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

Şifalı Bitkiler

PazıTüm dünyada onbinlerce çeşidi bu-

lunan mantar, besin değeri yüksek bir

gıdadır. Özellikle, protein ve demir açı-

sından çok zengindir. Ayrıca, mantarda

A, B, D, P ve K vitaminleri ile kalsiyum,

potasyum, fosfor ve bakır mineralleri

de bulunur.

Faydaları

İçerdiği protein değeri sayesinde

ete iyi bir alternatiftir. Bağışıklık siste-

mini güçlendirerek hastalıklara kar-

şı direnci arttırır. Göze ve vücuda kuv-

vet verir. Bedensel ve zihinsel gelişimi

destekler. Öğrenme yeteneğini arttırır.

Yorgunluğu giderir. Bol miktarda demir

minerali içeren mantar, kansızlığa iyi

gelir. Kandaki kolesterol oranını düşü-

rerek kalp ve damar hastalıları ile kalp

krizine karşı koruyucu etki gösterir.

Nasıl Kullanılır?

Protein değeri yüksek bir besin ol-

makla birlikte yağ oranı düşük olduğu

için mantar diyetlerde sıklıkla kullanı-

lır. Mantar lezzetli ve besleyici bir be-

sin olmakla birlikte zehirli pek çok türü

olduğu için yabani mantar uzman kişi-

ler tarafından toplanmalı ve dikkatli tü-

ketilmelidir.

Bu nedenle kültür mantarlarını

tercih etmek daha sağlıklı olur. Ayrı-

ca, mantar vücutta üre asidi bıraktığı

için romatizma şikâyeti olanlara tavsi-

ye edilmez.

Hazırlanışı:

Tavuğu yıkayıp içini ve dışını limon ile ovuyoruz. Zeytinyağını kırmızı pul biber ve tuz ile karıştırıp tavuğun üzerine ve içerisine bir fırça yardımı ile sürüyoruz.

Bir tencereye yağı ve yemeklik doğranmış soğanları alıp fıstı-ğı da ilave ettikten sonra kavuruyoruz. Soğanlar sararınca, pirinci ilave edip kavurmaya devam ediyoruz. Pirincin rengi kristalleşince, kuşüzümünü, tuz, yenibahar ve karabiberi ekleyip, 2 su bardağı su ilave edip pişiriyoruz. Pişirdiğimiz iç pilavı dinlendirip, hazırladığı-mız tavuğun içerisine dolduruyoruz. İç pilavın artanını servis sıra-sında kullanabiliriz.

Doldurduğumuz tavuğu, iç pilavları dışarı çıkmasın diye açık olan bölümlerini dikiyoruz.

İç pilavlı tavuğumuzu fırın torbasına yerleştirip, 180 dereceye ayarlı fırınımızda nar gibi kızarıncaya kadar pişiriyoruz. Servis ta-bağına alıp, iç pilav ve yeşilliklerle süsleyip servis yapıyoruz.

Afiyet olsun.

Torbada Tavuk Doldurması4 kişilik

Malzemeler

1 tüm tavuk

1,5 su bardağı pirinç

1 adet kuru soğan

2 çorba kaşığı zeytinyağı

1 çorba kaşığı tereyağı

1 kahve fincanı dolmalık fıstık

1 kahve fincanı kuşüzümü

Yenibahar, karabiber

İsteğe göre tavuk ciğeri veya dereotu

Üzeri için

1 kahve fincanı sıvıyağ

1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber

Tuz

Kasım 201190

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85 TL

2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Gerçek Kalp Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin

Tasavvufî Görüşleri

116

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ